Ağla çeşmim eski lezzet kalmamış peymânede
Nerde sâki ehl-i dil yok meclis-i mesthanede
Bir ney sesi ile başladı muhtemel ki bu sır. Evvel vakitte ney sırrını aşikâr etti de sinesi dağlanmış kamışlar dinledi. Sonra ud, tambur, kudüm işitince bu gizliden savtı, ciğerleri pare pare oldu da onlar da iştirak etti. Sonradır ki sükût nedir idrak edemedi yanmış sazlar. Nerede bir ciğeri yanmış, aşka meclup, derde meftun görseler bir deva olmak için düşürdüler sesleri nazik bedenlerine. Acıyı sese benzetmek, kederi sesle resmetmek dilediler ama kendileri derde düştü, kendi bedenleri yandı aşkın ateşinden de âh edip inlediler. Sazların ağıtlarına, gözyaşı döktükleri vakit ah u eyvahlarına musiki dedi âdemoğlu. Musiki ki gönlün lisanına verilmiş bir isimdi esasında. Gönül bu, gizliden de konuşur, aşikâr da eder aşkı. Gizlediği vakit dert, söylediği vakit sanat oluyor.
Şiir aşkın gözden damlattığı kanlı yaş ise musiki de aşığın kül kokan feryadıdır. Aşkın sese düşmüş halidir esasında. Ve bir vakitler bu sesi lisana öyle güzel düşürenler olmuş ki, saza öyle güzel söyletenler olmuş ki. Şimdilerde kulağımızda bir gürültüye benzeyen kalabalıkları silebilsek, ah bir dinleyebilsek Dede Efendi ne söylüyor, bir yanda bülbül gam ile ağlıyor, Itri minareleri titretiyor. Sonra vakit eskitse de en yeni dediğimiz isimleri her yanık sazın sinesine hakkedilmiş bu birkaç üstadın ismi kalıyor.
Bir vakitler işittiğim bir kelamı hep hatrımda saklamışımdır. Bağlamamın kırık teknesini tamir edecek usta; “kırık saz daha dertli söyler, yeni bir sazdan işitemeyeceklerini işitirsin yaralı bir sazdan” demişti. Ah ne de doğru söylemiş! Yanmasaydı bu musiki ile kubbelerde aşkı yankılatan insanlar yakabilir miydi bizim sinemizi böyle şarkılar. İlla ki bir istisnası var; musiki gönül işidir ve elbette ehl-i gönle yaraşır. Dede gibi, Itri gibi… Zira gönlün lisanını iyi bilir onlar. Tekbir olur, salavat olur dillerde.
Maziden bir ses geliyor işitiyor musunuz? Bazen Tamburi Cemil söylüyor, bazen İsmail Dede Efendi dinliyor bazı vakit oluyor, susuyor bütün sazlar önde Itri ile bütün bir ümmet tekbir getiriyor. Ne hoş değil mi Mevlevilerin semaı; bir yandan ney feryad ediyor, bir yanda kudüm sine deliyor ve dönüyor bir derviş; sanki dünya onun etrafında devran ediyor. Sonra, seneler sonra ve belki asırlar sonra bir şair çıkıyor da musikiye methiye diziyor, bizi bize anlatan musikiye;
Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlayamaz bizden
Eskiler derler ki kerametini aşikâr eden ermiş dünyadan göçer gider. Diğer insanlar onun kerametinden haberdar oldukları zaman, ömür denen kum saatinin içindeki taneler tükenir de irtihal eylerler. Muhtemel ki onlar da musiki ile kerametlerini faş eylediler gözümüze de bu dünyada bu kadar kısa zaman kaldı ve gittiler. Giderken musikiyi de mi götürdüler bilemem, hoş bu suale cevap vermek haddimi aşmak olur lakin bildiğim bir şey var ki bir sırra ses verdi ve uykuya daldı onlar…
Dede Efendi musikinin gidişatını gördükten sonra bu diyarı terk edip gitmeyi hep aklının bir köşesinde tutuyor. Kendini sürgüne gönderiyor kendisi tabir caizse. Zira biliyor o da asırlar sonra bir şairin (Ziya Paşa) kulağımıza fısıldadığı sırrı;
Bir yerde ki yok nâmeni takdir edecek gûş
Tazyî-i nefes eyleme tebdîl-i mekân et
O dahi öyle ediyor. Ama rivayet olunur ki gitmeden evvel, yani ölmeden evvel yakınlarına son bir söz söylüyor; “Gayrı tadı kalmadı bu oyunun”
Ve haklı sanırım, bu oyunun tadı kalmadı gayrı…