Bazen insan yalnızca ve sadece hayalleriyle ve hayallerinde yaşıyor kâri. Kimseye söylemeden ve belki de bilmeden kimse, kendi kurduğumuz bir dünyanın içinde nefes alıp da veriyoruz hepimiz. Doğru, birileriyle beraber yaşıyoruz, hatta tanıdığımız, tanımadığımız, tanıdığımız halde tanımak istemediğimiz, mecburiyetten yanında ya da yakınında bulunduğumuz ama aslında bunu hiç hayal etmediğimiz, hiç murâd etmediğimiz bir yığınla beraber yaşıyoruz bu hayatı. Oysa insan hayal etmezse yaşayamaz. Sevmezse, istemezse yaşamak yük olur. Omuzlarını değil, gönlünü, nefesini bile çürütür insanın. Ve belki de yazmak denen illete bile isteye tutulan pek çoğunun yapığı gibi ben de yazmayı seçiyorum. Zira hayal kuruyor, hayalimi söylüyor ve bir metnin üzerinde olsa bile kısacık bir zaman hayalimde yaşıyorum. Bir küçük dünyada, bir küçük hücrede, bir küçük zindanda belki ama kendi dünyamda, kendi hücremde ve kendi zindanımda…
Dünya o kadar da güzel bir yer değil be kâri. Hatta bizim verdiğimiz bu kadar kıymete değecek çok da fazla tarafı yok bence. “Ciddiye alma dünyayı, öleceğiz hepimiz” demiyorum sana ama “O kadar da fazla ciddiye alma” demeye çalışıyorum aslında. Ve hatta üstadın dediği gibi “Dünya madem fanidir, değmiyor alaka-i kalbe” zira dünyada bizim gibi, ölüyor, yok oluyor, bitiyor ve tükeniyor. Biten bir şey için kendini bitirmenin bir anlamı yok. Zira her ölen planladıklarıyla, yarım kalmışlıklarıyla, ardında bıraktıklarıyla ve yarın yapacaklarıyla ölüyor. İnsan gönlünü neye vermişse onda kalıyor gönlü. Hem gönül geniş, dünya dardır. Ve Hasan Aycın ağabeyin dediği gibi: “Burası dünya, burada işler hep yarım kalır.”
Ben de öyle vehmediyorum. Yaşamak kimsesiz olmak demek aslında, yalnız kalmak demek yaşamak… Yanında, yakınında birinin ya da birilerinin olmasından bahsetmiyorum. Ve zannediyorum ki insan yarımı tamamlamak için ölür. Hamken tam olmak, tamam olmak için ölür. Yalnızken, kimsesizken, bu dünya heyulasında, bunca insanın arasında bir başına yaşarken ve ölürken bir başına, kimsesizliğine bir kimse bulmak için ölür. Ve yaşamak dediğimiz de en başından beri yaralanmaktır Meriç’in dediği gibi. Hem insan yaralandıkça öğrenir. Yaralarıyla öğrenir ve yaralayanlardan öğrenir. Bir sürgün âlemidir madem burası, esas vatana, yani gurbetten sılaya döneceğiz hepimiz. Yanımızda ne götüreceğiz? Yarın yapacaklarımızı mı? Planlarımızı, düşündüklerimizi, kurduklarımızı, kurguladıklarımızı mı? Anamızı, babamızı, kardeşimizi, çocuklarımızı mı? Malı mülkü hiç saymıyorum zaten. Hâsılı değmiyor yani dünya, değmiyor.
Görmüyor musun ne kadar bulaştı dünyanın rengi üzerimize? Kendimizi korktuğumuz, saklandığımız bir kuyudan çıkarıp da etrafımıza kendi kendimize taşlar örüyor ve kendi kuyumuzu yapıyoruz. Ve yalnız yaşıyoruz koskoca bir şehrin ve hatta dünyanın ortasında. Yalnızlık kutsaldır, biliyorum. Ama esas mesele belki de bu dünyanın yalnızlığa ve yalnız kalmaya bile değmediği.
Cânım kâri…
Haydi, hayırlı cumalar…