“Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur” demiş Yunus, bizim Yunus söylemiş… Onun vakti için söylediğinde de bu kadar yerini bulmuş mudur bu söz bilmiyorum ama şunu biliyorum ki çok doğru söylemiş ve sanki bizim zamanımız için söylemiş. Dünya, derdini yük edinecek kıymette değil. Esasen bence böyle bir sıfatı da yok zaten. Ona bu kıymeti biz yükledik. Hele ki son bir kaç asrın insanları olarak bizler dünyaya öyle bir perestişle bakıyoruz, öyle bir kutsiyet atfediyor ve öyle ciddiye alıyoruz ki, onda yaşamıyoruz da onun için yaşıyoruz, gerçekten ve hakikaten dünya kadar ve lüzumsuz bir derdi omuzlarımızda taşıyoruz. Yaşamıyor, hamallık ediyoruz aslında.
Oysa eskiden böyle değildi. Ya da cümleyi şöyle kurmak daha doğru olacak; öyle değilmiş. Şimdi hep beraber -istisnalar yokmuş gibi davranıyorum ama var- ecdadın yaşadığı döneme, onların dünyaya bakışına, yedi düvele kafa tutuşuna, bir medeniyet kuruşuna hayranlıkla bakarken gözden kaçırdığımız pek çok şey var. Hepsini sayacak malumatım da istidadım da yok aslında ama bence ve en önemli olanını söyleyeyim; gönül terbiyesi ya da sadece ve her manasıyla, gönül. Zira devlet kudretle ama medeniyet gönülle kurulur. Bizim asırlarca yaptığımız bir devlet kurmak değildi yalnızca, bir medeniyet kurmaktı. Ecdat, “Gönüllere girilmeden şehirlere girilmez” diyordu. Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil diye diye yanıyordu Âşık Yunus. Uzak diyarlardan çıkıp da bu topraklara dillerinde dualarla girdiklerinde “Gönüller yapmaya geldik” diyorlardı. Ama en başta kendi gönüllerini eğitiyor, terbiye ediyor, terbiye olunuyor ve sonra dünyayı dert etmekten vazgeçiyorlardı. Kurdukları devlet aslında ve en başta bir gönül devleti değil miydi? Öyleydi. Diyecekler muhakkak olacaktır “bu kadar büyük bir devlete hükmeden padişahlar dünyayı nasıl dert etmezler?” diye. Etmezler kardeşim ve etmemişler de -istisnaları elbet ki var- zira dünyaya sahip olmaya değil şahit olmaya geldiklerine iman etmişler. Hatta şöyle söylemek daha doğru olacak evvela gönül terbiyesi almışlar, gönüllerini doyurmuşlar evvela ve gönlü tok olanın gözü de tok olmuş. Cihan’a sultan bile olsa, padişah-ı âlem bile olsa evvela kul olmuş. Ve işte onun için ki Yavuz Sultan Selim, bence padişahların kahir ekseriyetinin dünyaya bakışını bir beyitle özetlemiş:
Padişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş
Ve şimdi de yapmamız gereken bence bu. Gönülleri terbiye etmek… İtiraf edelim bu mesele hiç ciddiye alınmadı hatta mesele bile olmadı. Mühendisler, doktorlar, bilim adamları, siyasetçiler, devlet adamları daha ne bileyim kimler yetiştirmeyi düşündük, planladık ama gönül adamı yetiştirmeyi ya da az evvel söylediklerimin gönüllerini terbiye etmeyi hiç hesaba katmadık. Oysa gönlü bilen ve gönül terbiye edebilen adamlar yetiştirmek lazım, gençlere onları anlatmak ve tanıtmak lazım. Eskiden böyle yapıyorduk zira. Eskiden böyle yaşıyorduk. Her ne işi yaparsak yapalım gönüllü yapıyorduk ve gönülle yapıyorduk. Gönül kuruyor, gönül devleti oluyor ve gönlü imar edecek adamlar yetiştirip onların dizi dibinde bulunuyorduk. Gönülden adamlar. Yesevi gibi, Yunus gibi, Hacı Bayram gibi, Akşemseddin, Niyazi Mısrî, Aziz Mahmud Hüdayî, Yahya Efendi gibi… Ve şunu da bilmek lazım ki bu toprakların esas sahibi her bir şehrinde, her semtinde ve hatta her köyünde istirahat eden evliya ve gönül ehli insanlardır.
Belki de yetiştiriyoruz böyle insanları. Ki muhakkak vardır böyleleri ve bence de var. En azından onları bilmek tanımak lazım, duymak ve işitmek lazım. Hiç değilse meydanda onlara da bir yer vermek, konuşmalarına müsaade etmek ve mutlak surette dinlemek lazım. Gönlü terbiye etmeden insanı terbiye edemeyiz ki. Gönül almadan gönül veremeyiz ya da belki tam tersi gönül vermeden gönül alamayız ki…
Ezcümle, kafa sesi değil gönül sesi lazım bize… Hatta ses bile değil nefes lazım… Gönlü terbiye etmek, en azından bunu dert etmek lazım. Zira şehir fethetmek değil, gönül fethetmekti bizim esas davamız…