Geçen yazımda “Bu adamlar bizden ne istiyorlar?” diye sormuştum. Cevabı belli gibi olsa da aslında zor bir soru. Yani bizimle bunca uğraşmalarının, her cephede karşımıza çıkmalarının, her taşın altında olmalarının sebebi nedir? Ya da neden biz ve istedikleri neyimiz?

Birçok cevap buldum aslında. Daha doğrusu birçok cevabım vardı, hem tekrar ettim hem de yenilerini ekledim üzerine. Sonra benden çok daha evvel ve çok daha bilgili olanların söyledikleri geldi hatırıma. Mesela üstad Cemil Meriç şöyle diyordu hançeresinden kan damlarcasına ve elbette haklıydı:

“Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün minareleri yıksak Avrupa’nın gözünde Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslam…”

Aslında bu şu demek; adamlar bizi bizden ya da içimizdeki bazılarından çok daha iyi tanıyorlar. Ve biliyorlar ki biz asırlar boyu hakikati savunmuş, zalimin karşısında bir set gibi durmuş adamların torunlarıyız. Onlar bizim farkımızda, bizimkisi tartışılır belki. Ama bir soru daha var zihnimde bizim onlar için ne olduğumuz, bizi nasıl tanıdıkları belli. Sorum şu peki onlar bizim için ne? Yani hayran mıyız onlara yoksa düşman mı? “Ortası yok mu?” diye soranlar olacaktır ve sormakta da haklılar. Varsa bile henüz görmedim. Bence Avrupalıyla aramızdaki fark şu; onlar bizi tanıyor ve korkuyorlar bizse onları tanımıyoruz bile. Oysa bu bir savaşsa –ki cepheler değişmiş olsa da bence yine ve hâlâ öyle- ilk hamle düşmanı tanımak olmalı değil mi?

Yani biz onları tanımıyoruz ama onlar bizim kim olduğumuzu çok biliyor ve bizi tanıyorlar. Aslandan çakal doğmayacağını biliyorlar. Ve öldüremiyorlar ama dişlerini sökmek istiyorlar. İstedikleri tam da bu. Ölmeyeceksek de yaşamayalım. Yaşayacaksak da tam olmayalım.

Çok evvel “Batı bir puttur ve her put gibi onun da yıkılması gerek” demiştim. Ve şimdi gördüğüm aslında şu; yıkılıyor. Hem de öyle sessiz sedasız değil koca bir gümbürtüyle, etrafı toza dumana boğarak, bağıra bağıra yıkılıyor. Ve o son anında nereye saldıracaklarını şaşırmış bir halde paçalarımıza saldırıyorlar. Ama neyi almak için ya da neyi alamadıkları için?

Bilindik bir olay ama tam yeri gelmişken ve “bizden ne istiyorlar?” diye sormuşken söylemek gerek;

1882 yılında zamanın İngiltere Başbakanı olan Gladstone  Avam Kamerası’nda Kur’an’ı bir eline alarak şöyle demiştir: “Bu Kur’an Müslümanlar’ın elinde oldukça Avrupa, Doğu’yu yani İslâm âlemini kontrol altına alamayacaktır.”

Öyle işte…

Ne istendiğini bunca sormuşken konuyu aniden ve tam terse çevirip Cuma hediyesi olsun diye bir de beyit iliştireyim yazımın sonuna;

Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler

Yevme lâ yenfeuda kalb-i selîm isterler

E işin bir de bu tarafı var…