Tohum saç, bitmezse toprak utansın

Hedefe varmayan mızrak utansın

Hey gidi küheylan koşmana bak sen

Çatlarsan doğuran kısrak utansın

-Necip Fazıl-

Eskiden, belki de çok eskiden, unutkanlık denen hastalığa düşmediğimiz vakitlerde, ne olduğumuzu kim olduğumuzu bildiğimiz o zamanlarda bizim bir ülkemiz, bir yurdumuz, bir vatanımız vardı. Nereden geldiğini unutmadan ve hatta hiç kimseye de unutturmadan gittiğimiz yerler, söylediğimiz şiirler, terennüm ettiğimiz türküler vardı. Bizim de geçmişimiz vardı geçmişin geçmiş olmadığı zamanlarda. Siliste’miz, Eski Zağra’mız, Kandiye’miz, Yanya’mız, Kosova’mız, Girit’imiz, Kırım’ımız mesela. Sonra Endülüs’ümüz vardı. Yazmaya satırın yetmeyeceği daha ne çok diyarımız… Bizim Endülüs’ümüz, Müslüman Endülüs… Sonra bir vakit oldu bize “barbar” diyen soyundan şüphe edilecek ve hatta “barbarlığı” da utandıracak adamlar önce Müslüman kelimesinin üstüne kızılboyalar sürdüler cihada düşmüşlerin kanlarından ellerine bulaşmışlarla. Müslüman ismini sildiler Endülüs’ten. Sonra kinleri galip geldi insanlıklarına. Ya da şeytan insana galip geldi de Endülüs ismini dahi boyadılar bu kez kendi yüzlerinin karasından bir karayla. Onlar aynı eşkıya köyünün başka köylerde hayat süren çocukları. İtikadımca şeytanı dahi utandırdılar.

Atalarımız -biz gibi- dünya için değil, dünyaya sığmamak için yaşadılar. En batısından cihanın en doğusuna değin bir elif çektiler ki halen o elifi silemedi insanlık. Lakin o dünyaya sığacak kelamın son harfini sonrakiler koyamadı o mavi atlas döşeli cihana yani ki son bir harfi he’yi çizemediler. Sonrakiler kör bir adamın gözlüğüyle baktılar onların atlarının nalınlarıyla ezdikleri yerlere. Eskiden ismimizi duysa korkanlara benzemek dilediler ve korkaklara benzediler. Ne diyeyim bir vakitler bizim bir yurdumuz vardı. Bir ucundan diğer ucuna gitmeye dayanmazdı da onca at çatlardı. “Hey gidi küheylan koşmana bak sen/Çatlarsan doğuran kısrak utansın” dedi sonra bir şair. Ne kısrak kaldı, ne küheylan ne de utanacak insan. Bizim bir yurdumuz vardı, arşınla ölçülmez, at sırtında geçilmezdi. Kahire’miz vardı, Bağdat’ımız, Nemçe’miz, Açe’miz, Akka’mız… Sonra nazlı bir Endülüs’ümüz vardı.

711 yılından sonra Endülüs’e yani güney İspanya’ya fetihler yapan Müslümanlar, bu bölgeyi süratle fethettiler. Bölgedeki baskılardan artık elaman diyen halk da Müslümanların hâkimiyetine sarılmışlardı. Böylece de 714 yılından sonra bu bölge Müslümanların atadığı valiler tarafından yönetildi. 756 yılında ise Emevi soyundan gelen Abdurrahman Endülüs Emevi Devleti’ni kurdu. 1031 yılında devletin yıkılışına kadar bu bölge Müslümanların hâkimiyetinde tarihinin en parlak dönemlerini yaşadı. Batılılar Endülüs’e gelen Müslümanlar’dan, astronomiyi, astrolojiyi, tıbbı, sanatı, edebiyatı öğrendiler. Kültürü, medeniyeti kavradılar. Ve hatta yıkanmayı dahi o Müslümanlardan öğrendiler. Değil mi ki ispanya kraliçesi ömründe iki kere yıkanmış olmaklığıyla iftihar ediyordu.

Ne mi oldu Endülüslü Müslümanlara? 1499 yılında ya Hıristiyan olmaları ya da memleketlerini terk etmelerini istedi ispanya Hıristiyanları, aynı dönemde Osmanlı Devleti’nde Ermeni, Rum, Türk; Hıristiyan, Musevi, Müslüman bir arada yaşarken hem de. Sonra 1526’da Müslümanlık resmen yasaklandı. Müslümanların Müslüman gibi giyinmelerine dahi tahammül edemediler. Sonra dayanamyıp Hıristiyan olmuşları dahi sürdüler ülkeden. Bir kısmı Osmanlı Devleti tarafından himaye edildi, bir kısmı sürgünde terk-i dünya eyledi. Sonra kalanları katledildi. Katledenler aziz ilan edildi. 1614’te bir tek Müslüman bile kalmamıştı Endülüs’te. Kalmasa ne çıkar Endülüs taşıyla toprağıyla Müslüman olmuştu bir kere.

Bizim bir Endülüs’ümüz vardı. Yeşil sancağın ay gibi dalgalandığı. Ezan seslerinin yıldızlarda yankılandığı Endülüs… Toprak ne zaman bir milletindir bilir misin? Atalarının kanı o toprakta oldukça. “Koynunda dedem yattıkça benimsin ey kutlu toprak” dememiş miydi şair?

Bizim bir Endülüs’ümüz vardı. Müslüman, nurlu lakin gözü yaşlı, garib kalmış Endülüs…