Hakikat zamanla değişmez kâri. Hatta belki de zamanın değiştiremediği tek şeydir hakikat. Ve kimilerine göre böyle olmasa da ve böyle yaşamasak da çoğumuz, dünyayı kuran da ve yaşanmasına sebep olan da o hakikatin kendisidir, başka hiçbir şey değil… Ve hakikatin yanında olmak, hakkı konuşup, haklı olmak kadar onurlu bir halin var olduğuna inanmıyorum ben dünyada ve şükrediyorum ki istisnaları elbette olmakla beraber asırlarca hakikatin yanında olan ve hakkı alemin her bir yanına duyuran bir neslin torunlarıyız. Bunu inkar edenin ve hakaretlerle zırvadan öteye gidemeyenlerin aklına da vicdanına da şaşıyorum açıkçası. Neyse, bu bir bahis-i diğer… Geçelim.

Benim esas meselem şu, madem biz hakikatin yanında olma iddiasındayız, zulmün karşısında olmak derdindeyiz bence bir dil geliştirmeliyiz. Herkesin anlayabildiği ya da daha doğrusu anlaşabildiğimiz bir dil… Söylemek istediğim tek başına bir lisan ya da bir üslup değil aslında, bir tarz, bir suret, bir görüntü ve bir misyon. Dünyanın hangi ülkesinde, hangi ülkenin hangi şehrinde, ne dili konuşuyor ve neye inanıyor, kime benziyor ve nasıl yaşıyor olursa olsun içinde merhamet bulunan, adalet diye bir güce inanan, vicdanının sesini susturmamış, zulmün karanlığına bulaşmamış her kim varsa hepsinin ve hepimizin konuşmadan bile olsa anlayabileceği ve anlaşabileceği bir dil… Aslında böyle bir dil var aramızda, çok eskiden beri var, en eskiden beri ve bizim bulduğumuz bir şey değil, içimize konan bir dil… Sahile vuran çocuk bedenlerini gördüğümüzde, bombaların paramparça ettiği insanları seyrettiğimizde, kimsesiz yetim kalmış binlerce mülteci çocuk kaybolur ya da kaybedilirken, Afrika’da cadı diye aç bırakılmış ve neredeyse ölecekken küçücük bir çocuk ya da babası son bir umutla kurtarıp kucağında çocuğunu götürürken ayağına çelme takıldığında hissettiğimiz her hangi ülkede olursa olsun, hangi dine inanıyor bulunursa bulunsun içi titreyen, gözünden yaş süzülen, bir masum çocuğun cesedine bakamayıp da gözlerini elleriyle gizleyen insanların konuştuğu sessiz bir dil… Bence dünyaya bunu hatırlatmalıyız. İnsan olduğunu ve insan olmanın yalnızca doğmak, yaşamak ve nefes almak anlamına gelmediğini hatırlatacak bir dil, bir merhamet dili belki de… İnsanlığın kendi dili…

Şunu iddia etmiyorum ve tam olarak öyle de söylemiyorum ama bütün Batı zulmün karanlığına boğulmamıştır elbette. Bahsettiğim masum halk değil, bir zihniyet. Ama dünya ve tarih, şimdi ve mazi de bize şunu gösteriyor ki nerede bir zulüm varsa ya bizzat ve açıktan açığa ya da birilerinin eliyle ve gizlice Batı dediğim zihniyet hep değilse de çoğu zaman orada var. Bu elbette buralarda yaşayan herkes bunu tasdik ediyor demek değildir. İçlerinde merhamet bulunanlar muhakkak var ve onların da, dünyanın da ve insanlığın da izzetini de biz kurtaracağız. Dünya hep beraber bir dil konuşacaksa bu zulme karşı kurulmuş hakikat dili olacak ve bu dili dünyaya biz öğreteceğiz. Yine… “Bu bizim vazifemiz mi?” diyenler daha evvel de oldu ve şimdi de olacaktır. Ve benim buna cevabım; evet, elbette vazifemiz. Zulme karşı olduğumuz iddiasındaysak şayet o vakit zulüm her nerdeyse orada olmak gerekmez mi? Yani mazlumun dinine, diline, ırkına mı bakacağız? Ve hem şu var, zulüm düşmana da yapılsa zulümdür ve zulme sessiz kalmak da zulümdür.

Hâsılı, dünyaya merhameti yeniden hatırlatabilir ve bu dili kurabilirsek zulmün sesi kesilecek, zalimler inlerine dönecektir. Ve biz işte o zaman galip gelmiş olacağız. Ve şu da var; Batı’nın da izzetini bir kurtaracağız. Varsa…