Ben yaşadığı zamana yabancı olanlardanım sanırım kâri. Anlayamayanlardanım içinde doğduğum, içinde büyüdüğüm ve elbette içinde öleceğim zamanı. Şikâyet etmiyorum, gerçekten. Öyle her şeyden şikayetlenen, memnun olmayan, söylenen kişi olmadım aslında. Şükür de ediyorum elbette. Ama ne bileyim yaşamak için bir vakti tercih edebilecek olsaydım o zaman bu zaman olmazdı sanıyorum.
Hep bir lütuf olarak gördüm yazıyor olabilmeyi. İnsanlara derdimi anlatabilmek belki de çok az kişiye nasip olan bir sırdı. Ve güzeli, beni dinleyen birileri de vardı. Ve Allah’a bana verdiği bu sır için hep şükrettim. Zira anlatamayan insanların yarım olduklarını, yarım kaldıklarını, bulamadıklarını ve ne olursa olsun tam olamadıklarını düşündüm hep. Halen dahi öyle düşünüyorum. Hatta daha fazlası; inanıyorum buna.
Ama anlatıyor ya da anlatabiliyor olmak anlaşılıyor olmak manasına gelmiyor. Hem de çoğu vakit öyle. Herkes bir şey anlatıyor ama onların çok azı bahtiyar olan kullardan, zira anlaşılabiliyorlar. Cemil Meriç “Esas yalnızlık, anlaşılamamaktır” diyor. Nasıl imreniyorum bu cümleyi kuran adama ve ne kadar hak veriyorum, anlatamam.
…
Bir zamanlar bir adam tanımıştım. İsmini söylememe gerek yok, o da istemezdi bunu sorabilseydim. Çok kimse ismini de bilmezdi zaten. Herkes ona “Dayı” derdi. Güzel adamdı. Çayı şekersiz içer ama yine de ince belliyi çay kaşığıyla şıngırdatırdı. Bir tespihi vardı ceketinin sağ cebinden çıkardığı ve her daim sağ elinde çevirip de durduğu. Uzun gümüş püskülleri olan bir tespih… Sakalına kır düşmüş güzel abilerdendi.
Bir seferinde yine karıştırırken şekersiz çayını, hiç başını kaldırmadan ve gözlerini bardaktan ayırmadan şöyle demişti bana;
“Derdini dinleyen adam arkadaş olur ama derdini anlayan kardeş…”
O sıra anlayacak yaşta değildim belki de. Anlayamadım. En azından kendime yoramadım bu sözü. Anlatan taraf olarak göremedim kendimi, anlayan taraftım ya da anlaması gereken. Kendime “Acaba ben onu dinliyor muyum yoksa anlıyor muyum?” diye sordum. Aslında şunu soruyordum; kardeşi olabilmiş miydim?
…
Uzun zaman geçti zihnime bu cümleyi yazdığımdan beri. Şimdilerde kendimi onun yerine koyuyorum. “Ben anlatıyorum da ne kadarı anlaşılıyor?” diyorum. Kaç kardeşim var acaba diye merak ediyorum. Günler ve geceler geçiyor. Kitaplar okuyor, cümleler kuruyorum ve ben de çay içiyorum sesimi işiten ve beni dinleyen pek çoklarıyla. “Abi” diyorlar, seviniyorum. Ama cevap bulamıyorum soruma. “Abi” oluyorum ama “kardeş” bulamıyorum.
…
“Neyse” deyip yeniden başlıyorum yazmaya. En başından yeni bir hikâye ve yeni bir hayal için alıyorum kalemi elime ve ilk cümleyi yazıyorum;
“Ömrüm birilerine kendimi anlatmakla geçti. Ve anlamadılar…”