Kutlu Kitap ve Oruç
Kutlu kitap Kuran, Hicretten önce miladi 610 yılının Ramazan ayında Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda Hz. Muhammed’e (s.) indirilmeye başlandı. Kuran insanlığa huzur, adalet ve denge getirmek üzere 632 yılına kadar peyderpey gelmeye devam etti. Allah insanları ve insanlığı son kez yenileyecek ve yeniden her dem inşa edecek ana kaynakla insanları onurlandırdı: “Çünkü o [Kuran] inanmak isteyenler için gerçek bir yol gösterici ve bir rahmettir”( Kuran:27/93).
Müslümanlar bu ayda Kuran kendilerine ilk kez iniyormuşçasına anlamaya çalışırlarsa; Kuran onların zihin dünyasını mutlaka dönüştürecektir. Muhammed İkbal’in tespitleriyle: “ (…) Sofi ve mollanın eserisin, Kuran’daki hikmetten hayat almıyorsan./Kuran ayetleri ile senin alâkan “Ya-Sin” okutup rahat ölmekten ibaret./ Karşına Kuran’dan bir ayna as; derhal nevrin dönerse, kendinden kaç,/yaptığın işleri tartmak için bir terazi edin./ Kıyametleri önceden kopar./Sofi ile mollaya benden selâm olsun,/ Allah’ın emirlerini bize söylediler./ Fakat onların te’vili (yorumu), Allah’ı da Cebrail’i de Hz. Peygamberi de hayret içinde bıraktı.”
Kuran ayında Kuran’ın her dem olduğu gibi Müslümanları muhatap aldığının şuurunda olursak Kuran bize hayat ve yaşamaya dair tüm ilkeleri tek tek öğretecek ve bizi birilerinin yorumlarıyla oluşan kültürel dindarlık alanının dışına çıkaracaktır. "Ben seni (kendime elçi olarak) seçtim; öyleyse artık (sana) vahyolunanı dinle!" (Kuran:20/13). Kuran’ın bir kimlik, benlik ve şuur inşa ederken; kullukta tek doğru ölçü/dayanak olarak Tevhit ilkesiyle Müslümanları yaratıcısıyla ilişkilendirdiği idrak edildiğinde gölge aracı kişi ve kurumlar çökecek ve insan Rabbi’ne teslim olacaktır. Kendi cinsinden aracı/vasıta, ulu ve ayrıcalıklı kişilerin tasallutundan kurtulan mümin; kulluk şuuruna erecek ve özgürleşecektir. Zihni özgürleşen ve sadece yaratıcısına karşı sorumluluk bilincine eren Müslüman, mümin olmanın hakikatini kavrayacak ve temel kulluk sorumluluğunu yüklenecektir.
**
Oruç, ilahi bir sorumluluk uyarısı olarak Müslümanlara her çağda yeni bir hatırlayışla gelir. Bir şahittir de! Yiyip içtiklerimize, paylaştıklarımıza, israf ölçeğindeki gıda savurganlığımıza, gösterişe feda edilen sade sahur ve iftarlara… Orucu acıkma ve susama ritüeline dönüştüren akla şaşmak gerek; çünkü insanların aç kalmasının vicdanları, kalpleri/gönülleri ve merhamet damarları aç insanlığa bir faydası yok. Yetinme ahlakını yitirmiş insanı inşa etmiyorsa oruç, açlık ve susuzluğa katlanmak niye? "Siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz- hem de ilahî kelâmı okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" (Kuran:2/44).
Sezai Karakoç: “Oruç geldi, öyleyse oruca yiyecek taşımalı, su sunmalı, orucun lâmbasını yakmalı, örtüler atmalı üzerine, ki geldiğinden daha zengin gitsin. Verdiğinden daha çok alsın. Yanına gideceği eski oruçlara katacağı, söyleyeceği çok şeyler bulunsun. Çağımız Müslümanlarının portresini eski çağ müminlerinin portrelerinin yanına çizecek ya, bizim öyle bir portremizi çizsin ki, ilerde gün olur ki, o portreyi bize gösterirler, utanmayalım ondan o zaman” diyor. Oysa biz, bizi utandıracak eylemleri kovalayıp duruyoruz. Alışveriş telaşı, aç kalma korkusundan mıdır? Rafları talan ederken aklımıza akın eden ıslah edilmemiş sahip olma, biriktirme ve komşudan kaçırma güdüsü müdür? Eminönü meydanı ve Mısır Çarşısı’ndaki çılgın gıda alımları seremonisine tanıklık ettiniz mi? Büyük marketlerde yaşanan izdiham, meydanlarda gösteriş olsun diye bedava gıda paketi dağıtanların sebep olduğu ölçekteyse insanlar ve insanlık kayıptadır. Belki de daha fazla satın alma ve tüketme eğilimi, tipik bir 'görgüsüzlük ve açgözlülük' güdüsü olarak oruçta yaygın bir tutkuya dönüşüyor. Bu durum vehim üreten vahim bir çıkmazdır.
Bu soruların cevabı ‘niçin oruç tutuyoruz?’ sorusuna cevap aramaktan geçer. Bu soru üzerinde düşünmeden ‘nasıl oruç tutacağız?’ sorusuna yoğunlaşıp ilmihalde cevap ararsak; aç ve susuz kalmaya indirgenen bir ibadetle sınırlarız orucu. Orucun paylaşım, anlama, diğergâmlık (…) gibi insani sorumluluklarını göz ardı edersek yaşadığımız vakte ihanet ederiz. Merhamet ve vicdani uyanış ve uyarışla orucun vaktini yeniden yorumlayarak sahih zamanları iyilikle donatabilirsek oruç gerçek anlamını bulacaktır. Oruç, insanı inanmış insana döndürüp onu yeniden inşa eden bir vaktin adıdır. O vakte erişen ve o vakti yaşayan insan da tarif edilen insanlık misyonunun sorumluluk şuuruyla yaşamalı çağının orucunu. Yaşadığı çağda insanların ve insanlığın maruz kaldığı arızi ve dosdoğru yoldan saptırıcı söz ve eylemleri ortadan kaldırmaya, ahlaklı, paylaşımcı bir toplum inşa etmeye yoğunlaşmalı inanmış oruçlu fert!
Müslümanlar oruç ayında kutlu kitapla kopuşun yaşandığı zamanlara bir çıpa atarak yeniden aidiyet kurmalı Hira’da, Taif’te Sevr’de. Nebi (a.s) ile Medine’ye yolculuk etmeli ve Mute Harbi’nde bir avuç Müslümanla omuz omuza şehit kanlarında yoğurmalı toprağı. Kudüs’e ilk yolculuğu hatırlamalı, oradan Mısır’a gidip Kuzey Afrika’yı geçmeli ve İber Yarımadası’nda Tarık b. Ziyat’la gemileri yakmalı. Hazar’ın güneyinden Semerkant’a, oradan Malazgirt’e yürümeli ve İstanbul’un fetih gününde Boğaziçi’nden Haliç’e indirilen kalyonlara omuz vermeli. Sonra Viyana önlerinde durdurulan medeniyeti için gözyaşı dökmeli ve Tanzimat’la başlayan büyük kopuşun uyuttuğu neslin Balkanlar’da yaşadığı büyük felaketi ve Gelibolu yarımadasında yeniden şahlanışını hatırlamalı. Birinci meclisin bu ülkeyi kurduğu ideallerin nasıl bir hile ile bir anda yok edildiğini de yeniden düşünmeli. Oruç ‘niçin’ sorusunu semada bir duaya cevap arayan sayha olmalı.
“Oruçta dirilmeyen insan, kör ve zalim bir madde akıntısında can verecek, hem de bildiğimiz ölüme bile hasret çeke çeke ölecek demektir.”