Birkaç gün önce yüksek lisans tezi yazan genç bir arkadaş “Meselelerimizi konuşurken, yazarken ve anlatırken çelişkilerden kurtulamıyor; üzerine kafa yorduğumuz şeyi karşımızdakinin doğru anlamasını sağlayacak şekilde ifade edemiyoruz.” dedi özetle. Ben de sabitelerinin ve aidiyetinin olmadığı, yöntemlerinin sürekli değiştiği, gelenekle irtibatın koptuğu, farklı bir inanç dünyasının ürettiği değerlerin modernleşme adına öğretildiği; aileden ve çevreden tevarüs ettiklerimizle öğrendiklerimizin zihnimizde inşa ettiği çelişki ve melez ahlaki anlayışın bizi çıkmaza sürüklediğini ve yaşamak zorunda bırakıldığımız melez ahlaki, dinî ve kültürel kafanın bizi bu çelişkilerle yaşamaya mecbur ettiğini söyleyiverdim.  

Birkaç asır önce Fransız İhtilali ile düşünce dünyasında kopan fırtına bu toprakları vurduğunda devamlılık/süreklilik ve bizi bize bağlayan, bizi derinlikli sular üzerinde sabitleyen halatımızı kopardı; asırların kavi hâle getirdiği ve bizi bize bağlayan sesler kesiliverdi. Fransızca ve İngilizce sayıklayan münevverlerimiz oldu; ancak onlar Osmanlı şiirinden, saray fermanlarından daha anlaşılmaz bir dille bize bir hikâye anlattılar. Anlamadığımızı iddia ettikleri dilin sesleri gönül dünyamızda hisli bir kıpırtı üretirken bize yeni anlatılan hikâyenin içine karıştırılan ve bu toprakların insanlarının aşina olmadığı sesler hiçbir şey söylemiyordu. Öğrenmeye çalıştıkça bitap ve hâlsiz düştük. Dinî düşüncenin önüne duvarlar örüldü ve dine dair kültürel kırıntılar dolaşımda kaldı. Cennet katmanlarını, oralardaki köşklerin tasvirini yapan garip hikâyelerin yazıldığı menkıbelerden din öğrenmemiz beklendi. Bu durum dinî alanı anlaşılmaz, kapkaranlık bir boşluğa itti. Kültür ve medeniyet geleneğimiz ile bu geleneği besleyen alfabe, dil, kavram ve metinler tartışmaya açıldı. Sırtınızı dayayacak bir metin, bir eser, bir şiir, bir dil, bir irfan, bir bestenin olmadığı öğretildi. Kuzeyden güneye bir hat çizdiğinizde güneşin yeryüzünü aydınlattığı doğudan gelen hiçbir şey yoktu; dönüp oraya doğru yanlışlıkla bir adım atsak derin uçurumlara yuvarlanacak ve asla gün ışığı görmeyecektik. Mazi, gelenek, miras diye aile büyüklerinden işittiklerinizin bir hükmü yoktu ve kıymeti kalmamıştı, bize öğretilenlerden öğrendiğimiz modernlikten.

Yirminci asrın ortalarında İslam’ın ikinci asrındaki gibi bir tercüme hareketi başladı. Müslümanların dinlerini, Batı’nın kaynaklarından öğrenecekleri yeni bir akademi ve kültürel dünya kurgulandı. Batı’ya göre şarkta olan ülkemizin üniversitelerinde Şarkıyatçılık/Oryantalizm kürsüleri kuruldu. Alfabemiz değiştirildiği için bin yıllık harflerimiz, dilimiz, kültürel birikimimiz yabancı bir birikim olarak öğretildi(!). “Kargacık-burgacık” harflerle yazılan, öğrenilmesi zor bir dil (!) olarak tarif edilen Osmanlı Türkçesi bu toprağa ait değilmişçesine yabancı bir dil olarak bize öğretildi ve Türkçeden Türkçeye tercüme yaparak dünyanın en aptal insanlarının bile dalga geçeceği bir kültürel ortamda yetiştik. Dedesi, ailesi ve komşularıyla anlaşamayan devletin eğitimli çocuklarının yaşadıkları toplumu dönüştürmek üzere ürettikleri metinler; asırların imbiğinden süzülerek gelen kültür havuzundan bir damla taşımıyordu. Tezgâha koyduğumuz melez ve menşei şüpheli yeni ürün, melez zihnin uğratıldığı deformasyonun bir neticesiydi; sesi ve kekre lezzeti ile yaşadığımız mahallenin, sokağın sesine, hissine ve gönül dünyasına yabancıydı.

1940’lı yıllarda başlayan köklere çağrı hareketi de merdiven altı kültürel bir birikimin ürünüydü ve bizi kavramlarımızla buluşturamadı. Dergiler, kitaplar, anlatılar hep işin etrafında dolaşıyor, bir türlü asıl yola girilemiyordu. Bu çabalar 1960’larda yeni ve yeniden bir tercüme furyasının önünü açtı. Mısır ve Pakistan hattında öngörülen dinî uyanış parametreleri bu topraklara akmaya başladı. Bir birikim ve sabiteye sahip olmayan Müslümanlar, büyük bir açlıkla tercüme bu yeni din kültürü içinde kayboldu; Müslümanlar İslam’ın ikinci asrında yaşadıklarından daha ağır bir tekfir ve ötekileştirme gürültüsüne maruz kaldılar. Kimi fıkhı, kimi tefsiri, kimi tasavvufu, kimi bilmem hangi anlaşılmaz din-darlığı din edinerek aynı mescitte namaz kıldığı kardeşini tekfir etti. Çamur çiğnendikçe bataklığa dönüştü. Mezhepler aşılarak her cemaat bir din ve ideolojiye dönüşerek kavga körüklendi. Kurban derisi toplayan farklı cemaatlere hatta bazen aynı cemaatin farklı anlayışlarına sahip kişiler birbirini yaraladı. Zihnî kırılma ve yaralanma, somut darp ve yaralanmaya dönüştü.

Tanzimat’la dört nala hayatımızı tarumar eden Türk modernleşmesi iki zevk, iki bilgi dünyası teorisi, çatışan iki medeniyet, birbirini tekzip eden ev ve okul sistemi ile karşı karşıya getirdi ve bir sabiteye sahip olmamıza mâni oldu. Cemil Meriç’e göre kültür ve medeniyet kavramları ile Avrupa, şuurumuzu felce uğratmış; irfanını ve umranını bilmeyen mukallitlere dönüştürmüştür. Darbımesele dönüşen “helası içeride konak, afili uşak, ecnebi mürebbiye ve alaylı paşa” özentiliği ile mekân-insan ilişkisini de kaybedince dosdoğru olma, ahlak ve sabitelerle yaşama kurallarını da hayatımızdan çıkardık ve kimliği Doğu ile Batı arasında kaybolan birer nesebi gayrisahih insana dönüştük.