Uluslararası ilişkilerde “peşine takılma” diye isimlendirilen bir kavram vardır. Bu kavram genel olarak küçük devletlerin; büyük/hegemon devletlerin peşine takılarak, onların dümen suyundan ayrılmayarak onlardan çıkar sağlamaya çalıştıklarını açıklamak için kullanılır.

Disiplinin bazı ideologları İsrail’in de bu bağlamda ABD’nin peşine takıldığını/dümen suyuna girdiğini ve bu sayede mevcut uluslararası sistemi kendi lehine çevirdiğini iddia ederler.

Ancak uygulamaya baktığımız zaman bunun böyle olmadığını, hatta İsrail’in ABD’nin peşine takılmasını geçtik; ABD’nin Yahudi lobisinin ve İsrail’in peşine takılıp 2. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük zahmetlerle kurduğu ve yaşatmak için yoğun mesai ve kaynak sarf ettiği mevcut sistemi hırpaladığı ve çöküşe sürüklediğini söylememiz mümkündür.

İsrail’in hiç hak etmediği hâlde sanki BM Güvenlik Konseyi’nin veya NATO’nun üyesiymiş gibi karar süreçlerine dâhil olduğu ve buna paralel olarak da küresel ve bölgesel kararların alındığı platformlarda İsrail’in çıkarlarına uymayacak hiçbir kararın alınamadığı gözlemlenmektedir.  

Bunu nereden mi çıkarıyoruz?

Tabii ki ABD’nin uzun süredir uyguladığı Orta Doğu politikasından ve bölgede hayata geçirdiği veya geçirmeye çalıştığı projelerde İsrail’i merkeze oturtmasından.

Bir ülke düşünün ki herhangi bir konuda politika geliştirirken kendi çıkarlarından daha çok İsrail’in çıkarlarını öncelesin ve İsrail’in güvenliğini kendi varlığının ayrılmaz bir parçası olarak tanımlasın.

İşte bu ülke maalesef ki ABD’dir. 

Hem de bunu gizli saklı değil, alenen ve gururla yapıyor.

Bu kabulleniş öyle bir hâl almış durumda ki ABD yönetiminde rol oynayan; Temsilciler Meclisi üyeleri, senatörler, bakanlar, başkan yardımcıları, başkan adayları ve halef/selef bütün başkanlar ABD-İsrail ilişkilerine öncelik verip önce İsrail’in güvenliği ve çıkarlarını düşündüklerini beyan ediyorlar.

ABD’nin bu çok yanlış ve her türlü ahlaki temellerden yoksun politikasının nelere yol açtığını görebilmek için soykırımcı, çocuk katili ve Gazze kasabı Netanyahu’nun son ABD ziyareti ve Kongre’deki konuşmasını misal vermek yeterli olur sanırım.

Zira özellikle 2020’deki seçimi kazandıktan sonra açıkladığı manifestoda; insan hakları, eşitlik, özgürlük ve demokrasi gibi değerleri savunduğunu ileri süren Biden yönetiminin, 7 Ekim öncesini hariç tutsak bile sırf 7 Ekim sonrasında; yarısından fazlası kadın ve çocuk 40 bin Filistinliyi vahşice katleden, 100 binden fazlasını yaralayan ve Gazze’ye 70 bin ton bomba atarak bölgenin yüzde 80’ini harabeye çeviren İsrail’in fiillerinin birinci dereceden sorumlusu olan Netanyahu’nun Kongre’ye onur konuğu olarak davet edilmesine göz yumması ve akabinde de Beyaz Saray’da kabul edilerek destek mesajları verilmesi kabul edilemez.

Neden mi?

Çünkü Netanyahu, Uluslararası Adalet Divanı’nda aleyhinde soykırım davası devam eden bir ülkenin başbakanıdır.

Çünkü Netanyahu, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Gazze’de işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle hakkında tutuklama talebinde bulunduğu bir savaş suçlusudur.

Çünkü Netanyahu, kendi ülkesinde hakkındaki yolsuzluk iddiaları nedeniyle yargılanan yolsuz bir siyasetçidir.

Çünkü Netanyahu, 7 Ekim’de mağdur rolünü oynayarak uluslararası kamuoyunu istediği gibi yönlendirebilmek için Hanibal direktifi verip kendi vatandaşlarını ve askerlerini dahi ölüme gönderen vicdansız bir kişidir.

Çünkü Netanyahu, Gazze saldırıları biterse koltuğunda kalamayacağını bildiği için savaşı uzatan, hatta Lübnan’a ve Suriye’ye yayarak İran’ı da içerisine alan bölgesel bir savaşa yol açmaya çalışan sapkın bir muhteristir.

Çünkü Netanyahu, aylardır kamuoyunu sözde ateşkes yalanlarıyla oyalayan ama aslında akan kanın durmasını ve rehinelerin serbest kalmasını sağlayacak bir ateşkesi imkânsız hâle getiren bir yalancıdır.

Çünkü Netanyahu, ABD Kongresi’nde Gazze’de sivilleri öldürmüyoruz, insani yardımları engellemiyoruz, bunları aslında Hamas yapıyor diyen bir müfteridir.

Çünkü Netanyahu, kendilerinin nükleer silahları varken İran’ı nükleer silah edinmeye çalışmakla suçlayan ve İran’ın engellenmesinin Batı’nın görevi olduğunu ileri süren bir medeniyet düşmanıdır.

Çünkü Netanyahu, kendisi en radikal Yahudi fundamentalistlerle iş birliği yapıp onların Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te terör estirmesinde bir beis görmezken, İslam’la hiçbir alakası olmayan DEAŞ gibi bir terör örgütünü İslami terör örgütü olarak lanse eden bir İslamofobiktir.

İşte böyle bir Netanyahu’nun peşine takılan ABD yönetimi; insanlık, barış, eşitlik ve demokrasi adına bugüne kadar inşa ettiği tüm yapının çökmesine ve sözde kural temelli dünya düzeninin yıkılmasına sebep olmaktadır.

Rusya’yı Ukrayna’ya saldırısı nedeniyle yerden yere vuran, bilumum yaptırım uygulayan ve neredeyse küresel bir ittifak oluşturarak caydırmaya çalışan ABD yönetimi, söz konusu İsrail’in kural tanımazlığı olunca sessiz kalmakta; hatta İsrail’i aklamak ve muhtemel bir uluslararası izolasyonu önlemek için kendini siper etmektedir.

İsrail’in Filistinlilerin haklarını ihlal etmesine sesini çıkarmayan, hatta İsrail’in BM veya diğer uluslararası kurumlar tarafından yaptırıma maruz bırakılmasını engelleyen ABD’nin, bu gibi kural ihlallerini yapan herhangi başka bir ülke olduğunda nasıl tepki vereceği merak konusudur.

Zira bugün İsrail’e işlediği suçlar için dur diyemeyenlerin, yarın başkaları benzer suçları işlediğinde dur deme imkânları bulunmamaktadır.

Dolayısıyla ABD’ye naçizane tavsiyemiz, Netanyahu gibi bir suçlunun peşine takılarak uluslararası sistemdeki kendi konumunu yerle yeksan etmemesidir.

Bıraksınlar da uluslararası mahkemeler işlerini yapsın ve savaş suçlusu, soykırımcı Netanyahu’ya hak ettiği en ağır cezayı versin.

Versin ki gelecekte yeni Netanyahular peydah olmasın.