Her hakikat bir hayalle başlar kâri. Şehirler de hayalle kurulur, asırlar da hayalle kurulur ve devletler de hayalle kurulur. Hep böyle olmuştur ve öyle olacaktır hep. İmkânsız deneni bile, olmaz deneni bile hayal etmişti zira bizden evvelkiler. Yaşamadan evvel hayallerinde bir dünya kurmuşlardı. İnanmışlardı ve yürümüşlerdi o yolda. Menzile varmasalar bile o davanın uğrunda ölmüşlerdi. Bana göre daha tarih sahnesine ilk çıktıkları andan beri, Yesrib’de o kandilin nuru daha yeni yeni etrafı aydınlattığında bile on asır sonra olacakların hayaliyle yollara düşmüşlerdi. Misal ki ilk günden beri İstanbul’a gelmek, Ayasofya’da secde etmek bir hakikat olarak değilse bile bir hayal olarak vardı zihinlerde.
Kanaatimce biz onların hayal ettikleri gibi değilse de onların hayallerinin ulaştığı yerlerde yaşıyoruz. Ve zannediyorum ki onlardan bize tevarüs eden en kıymetli miras da hayal edebilmek, dertlenebilmek ve o derdin uğrunda yaşabilmekti. Ama biz terk-i miras ettiğimizden beri daha açık söyleyeyim kendimizden, kendi gayemizden, davamızdan vazgeçtiğimiz günden beri, köksüz ve zihnen öksüz kaldığımız ya da öyle bırakıldığımız günden beri kendimizi güçsüz sayıyor, hakkımızdan vazgeçiyor, asırlık bir uykudan ayılamıyoruz. Zira uğrunda ölünecek, hiç değilse yürünecek bir dava bulamıyoruz, düştüğümüz yerden kalkamıyoruz.
Dünya zannımca her vakit olduğundan çok daha fazla acılı bir doğuşa gebe… Bunun vakti ne zamandır? Bilmiyorum. Doğacak hayır mıdır? Şimdiden elbette ki kestiremiyorum. Lakin şunu biliyor ve inanıyorum ki Meriç üstad yalan söylemiyor kâri. Zira “şuur uçurumların kenarında uyanıyor ve düşünce buhranların çocuğu” diyor o. Elhak inanıyorum ve bu vakti tam da o hale benzetiyorum. Belki de tarihin hiçbir anında bu kadar yaklaşmadık biz uçurumun kenarına. Güçsüz kaldık, takatsiz kaldık hatta aşsız, başsız ve bazen aç kaldık ama inançsız ve davasız kalmadık hiç. Demem o ki tam da bunun için uçurumun kenarındayız. İnsan aç kalır ama yaşar, yalnız kalır ama yaşar hatta bazen vatansız kalsa bile yaşar. Ama inançsız kalırsa yaşamaz. Ölebilir mi? O bir bahs-i diğer.
Belki birçok misal getireceksin eski vakitlerden. “Daha kötü hallere düşülmüş zamanlar vardı” diyeceksin. Belki öyle ama fark şu ki düşman gözle görülmüyor artık, elinde kılıçla karşımızda durmuyor, yüzünü göstermiyor ve derdi de canımızı almak değil şimdi. Kastı gönlümüze, inancımıza ve davamıza. Ve bu hikâye yeni bir hikâye de değil kâri, sen de biliyorsun. Ama şunu da bil ki biz hayal etmekten vazgeçtiğimiz günden beri başkalarının hayallerini yaşamaya mecbur edildik.
Yine de umudu sensin belki de bütün âlemin. Zira uzak diyarlarda insanlar çocuklarının adlarını “İstanbul” diye koyuyorlarsa, asırlar evvelinden bildikleri bir sır gibi “Kuzey Yıldızı” deyip de zulümden kurtulmak için seni bekliyorlarsa, hiç gitmediğin yerlerde mazlumlar elinde senin bayrağını tutuyorlarsa vebal büyük, yük ağır ve dava inan ki mukaddestir.
Ezcümle bize hayal gerek, dert gerek, maksat gerek bize. O maksadı arayacağımız ve bulacağımız yer damalarımızdaki kan değil, gönlümüzdeki imandır. Ve insan derdi, hayali, gayesi, maksadı kadardır.