Ve çok uzak bir şehirde

Gözünden yaş düşse bir çocuğun

Feryadı göğe değse

Göğü deler, sesler yanar, dil tutuşur

Cânımkâri. Hep dertten mi bahsediyorum sana? Hep canını mı yakıyorum? Ve her vakit hüzün mü salıyor cümlelerim gözlerinin kenarına? Bilmiyorum bunları. Ama bazen gerçekten düşünüyorum ve inan ki ben de istiyorum diğer bazı insanlar gibi hüzne bulaşmamış, mesrur, mutlu cümleler söylemeyi sana. Ama yapamıyorum. Sen biliyorsun ve şahitsin ki onu da denedim. Ama olmadı. Her ne anlattıysam sana ve her ne yazdıysam sonu bir damla gözyaşına çıktı, hüzne çıktı, derde çıktı. Ve mahcubum seni güldüremediğime lakin ben zannediyorum ki insan ağladığı vakit çok daha güzel oluyor ve hatta insan oluyor ağladığı vakit.

Bize yalan söylüyorlar kâri. Kandırıyorlar bizi. Dertlenmeyin demeseler de dert etmememiz için gözümüzün ününe perdeler setrediyorlar. Canımızı yakacak, bizi hüzne salacak her ne varsa yokmuş gibi davranıyorlar. Olmamış gibi anlatıyorlar ve kazara canı yanan birini görüversek “sizin başınıza gelmez” deyip de inandırıyorlar bizi. Oysa onca şey var ki insan görünce değil işitince bile sinesi parçalanıyor da gülmeye vakit kalmıyor ağlamaktan.

Dünya dediğimiz bu devlette muktedir olan zulüm oldu kâri. İnsan melekten ziyade iblise yanaştı, cennetten çok cehenneme bulaştı ve iyi ve kötü ne varsa nefsin elinde hiçe karıştı. Yaşamak dediğimiz artık kader değil keder oldu kâri. Keder ise kutlu bir hal aslında ve derdi olan insanlar güzel insanlar. Ama en makbulü, en güzeli ve en asili bir başkasının derdi ile yananlar.

Dünya neden hala yanmıyor kâri? Neden gelmiyor ki kıyamet ve neden son bulmuyor bunca yaşamak?   “Onu Allah bilir” diyeceksin. Elhak öyle. İnandık itaat ettik. Lakin insan dünyada zulmetmek için mi var? Çocukları öldürmek için mi var? Ölen çocukları gömmek için mi doğuruyor analar? Bunca nimet çocuklar aç ölsünler diye, aç kalsınlar diye mi yaratıldı? Hem küçücük bir çocuk vasiyet yazmayı ne bilir kâri? Onlar kendilerini tabuta koymuş resimler çizebilirler mi? Çiziyorlar ve vasiyetlerini yazıyor ufacık çocuklar asra yakın ömür sürüp de dünyaya put gibi tapan ölüme bigâne gafillere nazire yapar gibi. Ve biz de bu dünyada yaşıyoruz. “Açım” diyerek vasiyetini yazan çocukların dünyasında. Açlıktan ölen çocukların dünyasında…

Onlar çocuk kâri, onlar masum ve dünya onların masumiyetiyle dönüyor bizim günahımızla değil. Ve inan ki öyle olacak olsa bir değil bin dünyayı yakmaya yeterdi günahlarımız. Bir çocuk “açım” diye vasiyet yazarken yediğimiz her lokma ateş olmalıydı bizim, yanmalıydık. Ama yanmıyoruz. Lakin inanıyorum ve biliyorum ki o çocuğun şikâyeti ulaşmıştır makamına ve bir gün bu dünya yok olduktan sonra bir gün hepimizi o küçük parmağıyla işaret edip de şöyle diyecektir her şeyin sahibine “İşte bunlardı ben açlıktan öldüğüm vakit karnını tıka basa doyuranlar.”

İşte bu çocuk, Müslüman diye, Arap diye, sırf mukadderat o toprakta doğru diye bombaların, zulmün, açlığın arasında, bizim insanlığımızı o küçük ayaklarının altına alıp da şu vasiyeti yazdı, hatırlıyorsun değil mi bunu? Unutmuş olamazsın. Zira unutmayacağız diye yeminler edip, zalimlere lanetler etmiştik. Unutma ve hatırla diye yazıyorum şimdi. Aynen şöyleydi o çocuğun vasiyeti:

“Bu benim vasiyetimdir. Canım annecim! Senden benim güzel gülüşlerimi hatırlamanı ve yatağımı olduğu gibi bırakmanı istiyorum. Ve sen ablacığım! Arkadaşlarıma de ki: ’O açlıktan öldü…’ Ve sen abiciğim! Üzülme; ama, ikimiz birlikte, ’Biz açız!..’ dediğimizi hatırla. Ey Ölüm meleği! Acele et ve ruhumu al ki artık cennette yemek yiyeyim. Ben çok açım. Ve ey ailem! Benim için korkmayın. Ben sizin yerinize de cennete yiyebildiğim kadar çok yiyeceğim”

Haydi, şimdi yemek yiyelim!