Türkiye’de belirli bir kuşak, western filmleriyle büyüdü. Her pazar TRT’de kovboy filmleri gösterildi. Vahşi Batı’nın kovboylarının silah zoruyla nasıl yerlileri mallarından, canlarından, topraklarından ettiklerini macera tadında seyrederdik. Bu filmler o kadar başarılı yapılırdı ki arkasındaki dramı hiçbir zaman düşünme fırsatımız olmazdı. Bu filmlerin başkahramanları atlı ve silahlı acımazsız beyaz adamlardı. Bunlar hiçbir insanî değer tanımadan önüne gelen nebatatı, hayvanatı ve insanı gözünü kırpmadan yok eden canavarlardı. Bu adamlar cürümleri yettiği oranda önlerine gelen her şeyi yok ediyorlardı. Peki, bu vahşi adamların derdi ne idi? Elbette gözlerini bürümüş hırsları, açgözlülükleri ve kibirleri idi.
Kovboy filmlerinin yaşandığı yüzyıllardan sonra vahşi batıda ne değişti? Teknik olarak çok mesafe aldı; atların yerini savaş uçaklar, tüfeklerin yerini roketler, bombalar aldı. Kovboyun da görünümünde çok büyük değişiklikler oldu. Her türlü çağdaş savaş teknolojisinin getirdiği yenilikler önce kovboylar yardımıyla denendi. Çağdaş kovboylar artık şapka giymiyor; Lazer ışıklı, kameralı, kurşungeçirmez kasklarla kafalarını koruyorlar. Bütün görünümdeki değişikliklere rağmen değişmeyen ve sabit kalan şeyler kovboyun hırsı, kini, açgözlülüğü ve hak hukuk tanımaması. Maalesef bütün teknolojik yeniliklere rağmen dünün kovboyları ile bugünün conileri arasında yaklaşım olarak hiç bir fark yoktur.
Dün Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye yaptırım uygulayacağını açıklaması bana bunları düşündürdü. Dünyanın ekonomik ve askeri açıdan en güçlü devleti dünyaya ne vaat ediyor, ne sunuyor? Ellerindeki teknik ve ekonomik imkânları insanlığın hayrına ne kadar kullanıyorlar? Daha iyi yaşanabilir bir dünya için ne yapıyorlar? Bu soruların cevapları koca bir “HİÇ”tir. Bununla kalsa gene sevineceğiz; Katliamlar, işgaller, işkenceler… Aklınıza hayalinize gelmeyecek şeytanlıklarla insanlığa kan kusturuyorlar.
Amerika Türkiye’den ne istiyor? Amerika diyor ki; “Düne kadar sessiz sedasız ne dersem onu yapıyordun. Sözümden çıkmadığın için süt tozlarıyla evlatlarına baktım. Şimdi nankörlük ediyorsun. Bana vermen gereken paralarla başkalarından silah alıyorsun. Bu da yetmezmiş gibi kendin savunma sanayinde üretim yapıyorsun. Üstelik üretimde yerlilik oranını da yüzde 70’e çıkarmışsın. Bana sormadan etrafına bakıyor, komşularınla, Türklerle, Müslümanlarla ilgileniyorsun. Olacak iş değil çizmeyi aşıyorsun. Çizmeyi aşanlara neler yaptığımızı görmüyor musun? Irak’tan, Afganistan’dan hiç mi ders almıyorsun. Sana benzemeye çalışan Mısır’a uşaklarımız araçlığıyla nasıl demokrasi getirdiğimizin hakkını teslim et artık.”
Ben Amerika’yı yönetenlerin böyle düşünmelerine şaşırmıyorum. Hem Amerika’da yaşayanların hem de dünyanın geriye kalan kısmının sessizliğine, beceriksizliğine basiretsizliğine yanıyorum. Bütün dünya nasıl oluyor da çağdaş kovboy zihniyenin peşinden sürükleniyor. Türkiye’de çağdaşlıktan, özgürlükten, emperyalizmden, sömürüden dem vuranların sessizliği, ikiyüzlülüğü beni şaşırtıyor. Bir de korkaklar var ki evlere şenlik. Onların sağcı ve solcu olması bir şey değiştirmiyor; Onlar “Aman aman bir tatsızlık çıkmasın, nereden çıktı bu yerli ve üretim yapmak. Ne güzel süt tozlarıyla besleniyorduk” nostaljisi yapmaya devam ediyorlar.
Amerika’nın bu tavrı karşısında Üstad Necip Fazıl’ın şu dizeleri ne kadar anlamlı: “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!..”