Ekonomik zorluklar arttıkça gıda ve beslenme konularında suiistimaller de artıyor. Alım gücü zayıflayan tüketiciye, taklit ve tağşiş muadiller sunan uyanıklar piyasaya çıkıyor.

Yine böyle zamanlardan geçiyoruz.

Zor zamanlar…

İnşallah en kısa zamanda ve en az zayiatla bu günleri de atlatırız.

Şimdi, kısaca konumuza dönelim.

Soru şu: Türkiye gerçekten bozuk ürün cenneti mi, birileri bu güzel ülkeyi başıboş mu zannediyor, kabile devletiyle karıştıran gafiller mi var aramızda?

Aslında cevap olarak “hepsi” diyebileceğimiz durumla karşı karşıyayız.

Bakanlık makamlarınca denetim rakamları açıklanıyor, raporlar yayınlanıyor. Bunları okuyunca “Türkiye’de sahtekârların kökü kazınacak, taklit ve tağşiş bitti.” diyecek oluyorsunuz.

Ancak diğer taraftan gün olmuyor ki jandarma baskınları, polis uygulamaları, zabıta denetimleri yeni bir skandalı ortaya çıkarmasın.

Olumsuzluklar birbirini takip ediyor.

Domuz etinden at etine, eşek etinden bufalo etine, süt görmemiş peynirden bozuk sucuğa, şekerlemeden dondurma görünümlü buz kimyasallarına kadar çok sayıda tehlikeyle karşı karşıyayız.

Ülkemizin geleceği diye övündüğümüz, iki gözümüz gibi üzerine titrememiz gereken gençler tehlike altında.

Bol katkılı sözde gıdalarla minik bedenleri kendi ellerimizle hasta ediyoruz. Ailelerin geleceği tehlike altında, ülkemizin geleceğini karartıyoruz.

Nasıl yani?

Şöyle izah edeyim…

Birincisi, “Türk Gıda Kodeksi” muammasına göz yumarak! Yolunu yapanın, kitabına uyduranın gıda üretimi yaparak kenar bakkallar yoluyla çocuklara ulaşması. Bu ürünler, sözde gıdalar insan sağlığı için atom bombasından daha büyük tehlikeler taşıyor. İnsanları hasta ediyor. Güncel bir örnekle olayı izah edeyim. Son günlerin moda konusu kısırlık, ülke nüfusunun azalması, çocuk sayısında yaşanan keskin düşüşler… İşte bunların hepsi beslenmeyle direkt ilişkili konular. Bir taraftan “en az üç çocuk” isteyeceksiniz diğer taraftan da bir çocuğu bile ülkeye çok gören gıda endüstrisine yol vereceksiniz. Burada bir sıkıntı var! Özetle Türk Gıda Kodeksi yeniden yazılmalı. Helâl hassasiyeti olan, insan sağlığını önceleyen bir kodekse ihtiyacımız var.

İkincisi, ekonomik imkânsızlıkların artması. Alım gücü düşen anne babaların çocuklarına diyecek sözü kalmaması.

Üçüncüsü, eğitimsizlik. Hem anne babalar hem de çocuklar beslenme ve gıda konularında yeterince eğitilmiyor. Bu bilinç olmayınca da abur cuburların esiri olup çıkıyorlar.

Dördüncü olarak denetim yetersizliğini sayabiliriz. Bu ülkede denetim yapılmıyor demek haksızlık olur; ancak denetimler yeterli değil demek doğru bir tespittir.

Beşinci ve son olarak ise ceza ve yaptırımları dikkate almak mümkün. Bunca emeği verdikten sonra hâlâ tüketicinin canına kasteden ülkenin geleceğini hedef alan gıda teröristleri varsa -ki var- bunlara en ağır cezalar verilmeli ve piyasadan sökülüp atılmalı.

Bu şekilde neslimizi ve geleceğimizi kurtarabiliriz.

Değilse bozuk ürün furyası bitmeyecek.

Bir gün Gaziantep'ten bozuk et haberi alırsınız, bir gün Erzincan’dan bozulmuş peynir, Aydın’dan sahte zeytinyağı haberi geliverir gündeme, Tekirdağ’dan sahte alkol haberleri… Gıda zehirlenmeleri, kısırlıklar, kalp krizleri, ölümler…

İşi gücü bırakır “bozuk gıda imha etmekle” uğraşırsınız.

Bunlardan kurtulmanın yolu yukarıda sıraladığım 5 maddenin sağlıklı bir şekilde uygulanmasından geçiyor.

Bunlara ilave olarak manevi eğitime de önem vermek gerektiğini hatırlatmak isterim.

Netice olarak şunu ifade etmek istiyorum:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti iyi yönetilirse Türk insanı iyi yaşar!

Büyük Türk devleti her zaman için vatandaşına deniz feneri olabilmeli, kılavuz görevini eksiksiz yapmalı, işin önleyici tarafında durmalı, olaylar yaşanmadan tedbir alabilmeli ki, vatandaşlar olarak bizler güven içinde yaşayabilelim.

Güven içinde ve iyi yaşayabilmemizin yolu da, helal ve sağlıklı beslenmekten geçiyor.