Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan önceki gün Kıbrıs’a hareketinden önce düzenlediği basın toplantısında Afganistan ve Taliban konusunda önemli açıklamalarda bulundu.
Hareketin Afganistan’daki yaklaşımını “Bir Müslümanın diğer Müslümana yaklaşımı değil” şeklinde niteleyen Erdoğan, Taliban’a seslenerek “işgal hareketine” son vermesi çağrısında bulundu.
Erdoğan, Afganistan’la ilgili bazı planları olduğunu söyledi ve Taliban’la görüşme konusunda da kapıyı açık bıraktı.
Açıklamalardan anladığım şu:
Türkiye, Taliban’a “Afgan halkının bir parçası” gözüyle bakıyor fakat hareketi “Afganistan’ın tümünün temsilcisi” olarak görmüyor.
Taliban’ın ülkenin tamamını silah gücüyle kontrol altına alma girişimini doğru bulmuyor.
Ankara, Taliban’la görüşecek fakat bu görüşmenin sağlıklı bir zeminde gerçekleşebilmesi için hareketin zafer sarhoşluğundan kurtulmasını ve ayaklarının yere basmasını bekliyor.
Türkiye’nin bu yaklaşımı sahadaki gerçekleri yansıtıyor.
Taliban, halk desteğini arkasına alan, sabırlı ve uzun soluklu bir mücadele verse de Amerika’nın Afganistan’dan çekilişini sadece söz konusu direnişe bağlamak yanlış olur.
Gelişmeleri dikkatle takip eden herkes ABD ve Taliban arasında adeta bir tür “devir-teslim” gerçekleştiğini rahatlıkla görür.
Afganistan halkının meşru temsilcisiymiş gibi konuşmaya başlayan hareketin öncelikle şu soruya cevap vermesi gerekiyor:
Söz konusu meşruiyeti nereden aldı?
ABD, Afgan halkını temsil etmediğine göre, Washington ile yaptığı anlaşma Taliban’a “Afganistan’ın meşru iktidarı” yetkisi vermez.
Hareketin bu sıfatı kazanmasına sebep olacak herhangi bir seçim ya da referandum da yapılmış değil.
Taliban’ın silah gücüyle geniş alanları kontrolü altına alması onu Afgan halkının meşru temsilcisi yapmaya yetseydi Trablus kapılarına dayanan Hafter’in de Libya halkının meşru temsilcisi kabul edilmesi gerekirdi.
Afganistan’da Taliban dışında gruplar ve Kabil’de uluslararası toplum tarafından kabul gören bir hükümet var.
Onlar da Afgan halkının önemli bir kısmını temsil ediyor.
Bu gerçeği Taliban’ın kendisi de kabul ediyor olmalı ki Doha’da o gruplarla barış görüşmeleri yürütüyor.
Taliban karşı çıksa da mevcut Afgan hükümeti ve Afgan halkının hatırı sayılır bir kesimini temsil eden diğer gruplar Türk askerinin ülkede kalmasını ve Kabil Havaalanı’nı korumasını istiyor.
Dolayısıyla henüz meşru iktidar yetkisine sahip olmayan hareketin görüşünü “Afgan halkının arzusu” gibi yansıtmak mugalatadan başka bir şey değil.
Taliban, ülkede “İslam emirliği” kuracağını söylüyor fakat nasıl bir devlet inşa edeceği sorusuna “Devletin nasıl olması gerektiği İslam’da belli” şeklinde kaçamak cevaplar veriyor.
Oysa günümüzde din ve devlet ilişkileri konusunda Müslüman âlimler arasında dahi büyük tartışmalar var.
Açıklamalardan anlaşıldığına göre Taliban’ın yönetim sisteminde partilere ve seçimlere, parlamentoya ve seçilmiş hükümete yer yok.
Hareketin bu tavrı şu an kendisini alkışlayan İslamcı Araplar’ı da zora sokacak.
Bir yandan kendi ülkelerinde siyasi partilerin kurulmasına izin verilmesini isteyen, seçilmiş parlamento ve seçilmiş hükümet talep eden Arap entelektüellerin diğer yandan bütün bunları reddeden Taliban’ı savunmaları imkânsız.