Bundan tam 7 yıl önce Şam’da kendisini tarih profesörü olarak setreleyen çok sarhoş bir Fransız ajanıyla giriştiğim tartışma, az kalsın karakolda neticelenecekti ki, araya bazı dostlarımız girdi. Suriye entelijansiyası önünde medeniyetimize ilişkin öne sürdüğü tarihsel ve güncel tüm saldırılarını göğüsleyip, tezlerini çürüttüğüm bu ajan kişi, kimliğini ortaya çıkarmamla birlikte adeta çıldırdı ve ardından ”Şam bizim arka bahçemiz değil, bilakis tam da organik yurdumuzdur” dediğimde ise, büyük bir hata yaptı ve höykürerek üstüme doğru yürüme gafletinde bulundu. Bastığım tokat öncesinde; ”Bizim nükleerimiz var, sizin neyiniz?” şeklinde çemkirirken ”Bizde de sizin o nükleerlerinizi bir yerlerinize sokup patlatacak yüz binler var” diye bağırmam karşısında içine düştüğü cinnet ve hakir bir şekilde oturduğumuz mekânı terk etmek zorunda kalışı esasen o an için beni galip kılmış olsa da, bu hadise üzerine uzunca süre kafa yormamı engelleyemedi.

O gece ben Suriyeli dostlarımızın huzurunda zevahiri kurtarmak adına bu sarhoşluğu nedeniyle ağzına geleni söylemekten kaçınmayan ajanı ezip, büküp önemli bir popülasyon kazanmıştım amma, gerçek şu ki, hakikaten bizim nükleer silahlarımız yoktu. Sırf ülkemin onurunu korumak adına takındığım bu tavır belki de o mecliste bulunan Şamlı dostlarımızı farklı etkilemiş ve aslında olduğumuzdan daha güçlü görünmemize sebebiyet vermiş de olabilirdi.

Bu yazıya bu şekilde giriş yapmamın tek bir sebebi var; Kırıklık…

Dış politika denilen şeyde tek belirleyici unsur esasen sahip olduğun vurucu güç, yani ne gibi silahlara sahip olduğundur. İnsani söylem, hakkı ve adaleti savunmak, en gerçekçi ve barışçıl önerilerde bulunmak, yumuşak güç falan çok önemli faktörler değildir. Çok etkisizdir diyemem amma az etkili yönelimlerdir en nihayetinde. Diplomasi, müzakere, ikili ya da çoklu görüşme, BM, karşılıklı iyi niyet bildirileri falan, elinde çok güçlü yok edici silah olanların aslında ”Beni bu silahları kullanmak mecburiyetinde bırakmaksızın senin onurunu da yalandan koruyarak söylediklerimi kabul et laaa…”  Ön sevişmelerinden başka bir şey değildir. Elinde bugün Washington’ı, Moskova’yı, Tahran’ı, Paris’i, Londra’yı, Pekin’i vs. istediğin anda dövecek gücün varsa diplomatik çözüm masasına da farklı şekilde oturursun. Sende bu güç olmadığı halde, onların elinde olduğunu bilirsen de bir başka şekilde orada yer alırsın işte.

Türkiye Suriye konusunda, ABD ve AB’nin kendilerine gerekli imkânları sağlayacağı hülyasıyla bu işe müdahil olmaya çalıştı son derece değerli insani gerekçelerle. Ancak onlar, olası bir Suriye devriminin sadece Türkiye ve İslam âlemine yarar sağlayacağını gördükleri için bu işten vazgeçtiler. Türkiye yalnız kaldığında yapabilecekleri sınırlıydı ve sadece milyonlarca Suriyeliye yaşamlarını sürdürebilecekleri insani koşulları sağlamaya çalıştı kendi ülkesinde ve bu vesileyle tüm dünyanın ilgisini bu krize çekme yolunu seçti.  Geldiğimiz aşama Türkiye’yi Suriye’de belirleyici unsur olmaktan, kendi sınırlarını terörden arındırmaya çalışan savunmacı bir ülke durumuna sürüklemiştir. Bunun tek nedeni ise 2012-2013 yıllarında henüz ortada ne IŞİD-DAİŞ ne de Rusya’nın fiili müdahalesi yok iken Türkiye’nin bu konuda ABD tarafından ”satılmış” olması ve elinde müstakil bir savaş için ürettiği her hangi Stinger dengi füzesi olmamasıdır. ABD, yani NATO o günlerde gariptir bilinmez Türkiye’ye verdiği bu Stinger füzelerini günaşırı saymak gibi bir eyleme geçmişti.

Her zaman söyledim ve yine söylüyorum; kendi ürettiğin  silahlarla savaşmıyorsan kaybetmeye mahkumsun!..

Ne demişti Fransız ajanı: ”Bizim nükleerimiz var, sizin neyiniz var?

Tokatladım amma, haklıydı esasen…  Hakikaten, bizim neden nükleer silahlarımız yok?..

Selam ve dualar…