İnsanlar uykudadırlar ancak öldükleri vakit uyanırlar…
-Kelam-ı Kudsî-
Biz ki Azrail ile ecelde akid yapmış sözleşmiş âdemoğlu… Öyle çok ölüme şahit olmuşluğuna ağlar mı bilmem o ölüm meleği ama bazen ölümün bile yakıştığı insanlar oluyor. Onlar giderken bu dünya hanından tam manasıyla vuslata eriyor sanki. Yoksa demezdi aşkı kelimelere söyleten Celaleddin-i Rumi ölüm vaktine “şeb-i arûs” diye, yani düğün gecesi…
O demde ki; perdeler kalkar perdeler iner
Azrail’e hoş geldin diyebilmekte hüner
Necip Fazıl
Ölüm ne de acı geliyor insana, nasıl da ürkütüyor… Sanki dünya onun olmuş gibi, sanki isteyerek doğmuş gibi… Sanki hiç gitmeyeceği bir konağa konmuş gibi… Ne tuhaf insan ölümü dahi öldüreceğini zannediyor. Ama muhal… Sonra bir köşeden çıkıyor Hz. Ömer’in tuttuğu bir hizmetçisi. “Ölüm var yâ Ömer! Ölüm var” diye haykırıyor. Eyvahlara karışıyor insanların dudaklarındaki türküler. Sonra o ölüm vakti gelince hatra, insan bir kere doğmuş olmak gafletini göstermişliğine yanıyor. Ne çare! Türkü bitiyor, meclisi terk ediyor sazendeler. Hani hiç gitmeyecek gibiydi hepsi, söyle şimdi neredeler? Türkü bitiyor ve sönüyor gökte güneş dahi ve insanların genizlerinde kuru bir koku; toprak kokusu. Değil mi ki toprak kokusu bazı vakitler ölüm kokusu demektir. Ama güzel şey ölüm. Toprak güzel şey… İnsan bu işte bir avuç toprak birkaç damla su… Aslı bundan ibaretken bilmem ki nedendir korkusu? Yine de güzel insanların bedeninde güzel şey ölüm…
Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber
Necip Fazıl
Ben bunca kalabalık kelamı işte o şerefli insanlardan tek birinin ismini söylemek için dizdim satırlara. Yalnızca ismini hatırlayacak olsan bile bunca kelamdan sonra maksat hasıl olmuş olacak. Sadece bir Fatiha okumuş olsan ardından kelimeler dahi tebessüm kılacak. O kendi şerefli, ölümü şerefli ademe “sahabeden biri” diyormuş etrafındakiler. Fazla lafa hacet yok ismini söylesem bilir zaten bilenler; Babanzade Ahmed Naim… “Sahih-i Buhari mütercimi”. Yalnızca ismini yazsam dahi onca manayı sığdırır ki. Lakin mevzu ölüm… Ve o ki Azrail’i ağlatan âdem…
Babanzade Ahmed Naim secdeden gidiyor Maşukuna. Öyle bir gidiyor ki rüyaları tabir edenlerin dilleri lal kesiliyor, öyle bir gidiyor ki şairler şiir yazmayı kesiyor ve öyle bir gidiyor ki ölüm işte o an bir düğün hali… Ne çok ölüm var. Ah ne çok ölüm. Lakin böylesi her canlının tadacağı bir hal değil. Ölmeden evvel bir rüya görüyor Ahmed Naim Efendi. Rüyasında Hz. Peygamber’e cemaat oluyor. Sonra o çok sevgili dostu Mehmet Akif Mısır’dan bir şiir yazıp gönderiyor mahbubuna. İsmi ne mi şiirin? Secde… Şiir secde ile başlayıp secde ile bitiyor. (Şiiri yazmayacağım buraya siz zaten o şiiri bulur okursunuz) sonra cevap bekliyor o koca şair sevgili dostu Ahmed Naim’den. Ömrü yetmiyor cevap vermeye. Bir mektubunda şöyle diyor sonra Akif Ahmed Naim için; “Ey hacı baba! Sen cevap vermedin ama görüyorsun ya abdala malum oluyor. Bizden habersiz secdeden gidiyorsun”
Secdeden sıratı geçen bir ömür… Babanzade Ahmed Naim candan uçup Canan’a gidiyor. Yanlış mı söylemişim ey kâri? Bazı insanlara yakışmıyor mu ölüm? Bazı vakitler güzel değil mi? Şimdi sen kimin hatrına itibar ediyorsan onun hatırına ve en ziyade Allah aşkına bir Fatiha gönder secdeden giden bu sahabe misal ceddine. Ki ruhu şad ü handan olsun.
Ölüm bazılarına öyle çok yakışır ki sen dahi ölmeyi dilersin… Ölüm güzeldir ölünce güzel insanlar…
Bak yine çıkıyor bir köşeden Hz. Ömer’in hizmetçisi ve haykırıyor: “Ölüm var yâ Ömer! Ölüm var…”
Bazı insanlara ölüm öyle çok yakışır ki bilemezsin…