Unutmak denen illet hepimizin başında biliyorum kâri ve boşa denmemiştir âdemoğlu nisyanla ma’luldür diye, inanıyorum. Lakin zannederim bizim kadar kendini, kendi kimliğini ve benliğini unutan ya da zorla ve hatta silah zoruyla unutturulan bir millet çok nadir görülmüştür tarihte. O ki kendini, aslını ve kim olduğunu bilenlerin yağlı urgan ile tehdit edildiği, ezan sesini aslıyla işitmek isteyenlerin hapislerde ömrünün tüketildiği, Kur’an-ı Kerim’lerin mecburen kondukları türbelerde çürütüldüğü, camilerin depolara, ambarlara, ahırlara dönüştürüldüğü ve dilimizin, lisanımızın öldürüldüğü bir sır değildir zaten. O kara lekeleri her birimiz alnımızda değilse de zihnimizde taşıyoruz. Farkında olmasak da taşıyoruz.
Yalan söylediler bize kâri, aldattılar, kandırdılar. Ben yaştakilerin çok iyi bildiği bir haldir bu. Tarih diye yüz sene evvelini, kültür diye batı kültürünü ve medeniyet diye inan ne edebe ne inanca ne de bize hiç benzemeyen safsataları okuttular. Ben şuna inanıyorum ki insan öğrendiğini unutur lakin hissettiğini unutmaz insan. Ve ilim babadan evlada tevarüs etmese de his, duygu miras gibi nesilden nesle geçer. Onun için ne kadar kendimizi unutmuş olsak da zihnimizin, en azından gönlümüzün bir yerinde o eski efkâr halen dahi vardır ve canlıdır. İşte gönlümüze o efkârı, önümüze o gayeyi koyan birinden bahsetmek isterim bugün sana ben; Ahmed Yesevî’den. He belki de sen “daha evvel söylendi, anlatıldı” diyeceksin. Doğrudur lakin ne kadar anlaşıldı? Esas mesele de fikrimce bu sualdedir.
Hem yeri gelmişken kısacık da olsa bir şey daha söylemeliyim sana. Kültür denince, tasavvuf denince sadece Mevlana’yı tanıyanlar ve sadece o var sananlar var. Benim fikrim şu ki; o denli Mevlana’yı okumaktan ki okunsun ve o kadar fazla söylemekten başkalarını söylemeye ve hatta hatırımıza getirmeye bile vakit kalmadı. İsminde “aşk” kelimesi geçen birçok kitabın yazarı olarak söylüyorum ki ne sadece “Mevlana” demek aşk demektir ne de “aşk” demek Mevlana… Hepsinden evvel bu insanlar sağlam itikada sahip Müslümanlardır ve insandır onlar da. İnandıkları bir dava, yolunda yürüdükleri bir ideal vardır. Şimdi hepsini geçip ve silip hepsini sadece aşktan ve hatta bu işi bir sahne gösterisine, bir eğlenceye çevirip de bahsetmek vallahi Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye dahi ihanettir. Bu bir bahs-i diğer… Geçelim.
Benim bahsini edeceğim Mevlana’dan, Yunus’tan daha evveli. Onların yolunda yürüdüğü ve tabir-i caizse manen elinde büyüdüğü ve ateşin ilk kıvılcımını yakanı anlatmaktır. Anlatmak tabiri belki fazla iddialı oldu, en azından hatırlatmaktır; Hoca Ahmed Yesevî’yi.
Ahmed Yesevî, ismini pek çok kere işittiğimiz lakin kendini hakkıyla bilmediğimiz bir gönül eri. Ve sadece bir mutasavvıf ya da evliyadan biri değildir. Hayali zamanını aşmış bir aksiyon adamıdır esasen. Türkistan bozkırlarında doğup yeni yeni İslam’ı öğrenen atalarımıza bir ideali fısıldamış ve onun yaktığı bu ateşle hem Anadolu içlerine yürüyen kafilelerle hem de bugünkü Avrupa ve daha ilerilerine dervişlerini, alperenlerini göndermiştir. O dervişler gittikleri beldelerde evvela kaleler alıp şehirler fethetmemiş, gönüller alıp gönüller fethetmişlerdir. Ve Anadolu’yu yurt edindiklerinde de, İstanbul surlarının dibinde cenk ettiklerinde de, Viyana önlerinde göründüklerinde de Hoca Ahmed Yesevî’nin yaktığı o ateşin alazı vardır gönüllerinde. Zira o “atının gidebildiği her yer senindir” demiş ve ecdat gidebildikleri kadar sürmüşlerdir atlarını.
Ezcümle bu yazının maksadı Hoca Ahmed Yesevî’yi hatırlatmak ve en azından bu yazı vesilesiyle belki birkaç kişiye dahi olsa anlatmaktır. Hem bu vesileyle bu yılın UNESCO tarafından Hoca Ahmed Yesevî yılı olarak seçildiğini de söylemek gerek.
Ben vazifemi yapıp hatırlattım kâri. Şimdi o unutturulan onca şeye inat hatırlamak senin vazifendir.