Günümüzde bilgiye erişimin ne denli kolay olduğu herkesin malumudur. Zaten bu kolaylıktır ki gençlere sahip olmaları gereken bilgiyi, kendi beyinlerinde saklamak yerine, bir “dış hafıza” diyebileceğimiz “interaktif” özellikli sanal ortamda saklamayı tercih ettiriyor. Oysa bilginin dönüşümü ve yeniden üretimi, fikirlerin aynı beyin içerisindeki mukayesesine hatta çarpışarak meydana getirdiği anlam zenginleşmelerine bağlıdır. Sadece ihtiyaç anında ve bilgiye bir tüketim malzemesi mantığıyla bakılan “dış hafıza”da böyle bir imkân olamaz. O sebeple de Allah’ın insan beyninden başka bir cihaza ya da canlıya bahşetmediği “anlama ve yorumlama” nimeti, işlevini ifa edemez duruma gelir.

Anlama ve yorumlama faaliyetini yerine getiremeyen bir beyin de tefekkür etmiyor, edemiyor demektir. Yani bilgiyi hayatın her alanında kullanmak ve onunla bir yaşam felsefesi geliştirmek durumundayız. Bu olmadığında sırf okuyabilen ve yazabilen olmak, “okumuş ama cehaletten kurtulamamış” olmak anlamına gelir. Nitekim Alman filozof Schopenhauer; “Okumaktan ve yazmaktan başka bir şey gelmeyecekse insanın elinden, okuma ve yazma bilmemesi daha iyidir”der. Okuduğunu rafta ya da internet ekranında bırakıp giden bir okurun, gerçekten de bu okuma ile “ne arzuladığı” üzerinde durulması gereken bir durumdur.

Okumaya dair bir şuur ortada olmadığında, okunana dair bir kıymet de oluşamıyor maalesef. Bir metnin ruhunu kavramak, künhüne varmak ciddi bir idrak ve şuur meselesidir. Hepimizin bildiği, Yunus’a ait o meşhur satırlardan daha iyi bu gerçeği anlatacak ne olabilir ki; “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsen ya bu ilim nice okumaktır.”

Bir okumanın hakkını verebilmek için önce kendini bilmeli insan; çünkü kendini bilen ötekini de bilir. Kendi sınırlarının bittiği yeri keşfetmiş bir insan, başkalarının sınırlarına saygı duymayı da keşfeder. İşte bu noktada “tek” olmadığını, tek olmadığı bu yerde de“çok”luğu yöneten, çatıştırmayan kuralların var olması gerektiğini keşfetmiş olur insan…

Aslında her şey ne kadar da birbirinin içine girmiş durumda. Birini keşfetmeden diğerine atlamak çok mümkün değil gibi. Kopukluklar kavramayı eksiltir neticede. Bir tutarlılık için anlamın birbirini destekler zeminde ilerlemesi şart. Aksi halde “birbirini iptal eden düşünceler”in sahibi konumunda kalınabilir.

Düşünme ve idrak melekelerini kullanmak istemeyen, sadece yazılmışı ve söylenmişi tekrar etmekle yetinen taklitçi beyinler, bir yatkınlıkları olmadığı için “düşünce yorgunluğu” girdabında debelenmeye başlarlar. Bu onlar için katlanılamaz bir şeydir. Oysa insanı değerli kılan, eşrefi mahlûk yapan özellik “düşünme” vasfıdır. İyi bir düşünmenin anahtarı da şuurlu, değer bilen bir okumayla ilgilidir. Gözün ve kulağın muazzam dünyası ancak “açıkşuur”a çok şey söyleyebilir. İbn-i Sina:“Tasavvur bulanıksa tasdikte bulanıktır” sözüyle bu gerçeği ne kadarda güzel özetler. Şuuru berraklaştırmanın yolu da kıymeti hiçbir zaman kaybolmayan, zamanlar üstü bir hazine olan “idrak edilmiş bilgi”yle olabilir. Nitekim Yusuf Has Hacip “Kutadgu Bilig” adlı eserinde bilgiyi,“her zamanın en kıymetli hazinesi” olarak zikreder. Bilginin kıymetini takdir eden de yine “derinlik kazanmış bilme”dir aslında.

İşte bugün bir sorun olarak “kıymet bilmeme”den, “sığ bilgi”den şikâyetçi isek asıl sebebini bilgiye yaklaşım yöntemimizde aramak durumundayız. Evet, ortada çok büyük bir bilgi yığını var, ama bu sanal ortamdaki bilginin gerçek sahibi kim? Hangi akıl bu bilgi yığınını damıtarak hakikatin bilgisine ulaşacak?

Hiç kuşku yok ki sanalda olmayan, gerçek insan beyninin analiz-sentez kabiliyeti bizi kaostan, yığın haline gelmiş bilginin ürettiği krizden kurtaracak. Bu durulma neticesinde idraki yeniden raftan indirebilir, bu sayede de şuuru berraklaştırabiliriz. Bilgiyle ilişkimizi akıl ve hissiyat zemininde “çift kanallı” olarak ilerleterek ancak pragmatik iğretilikten ve değersizlikten sıyrılabiliriz.

Aceleyle ve ayak üstülükle ilerlettiğimiz bilgi ile olan ilişkimizi, sabrın sunduğu derinleşme ile daha saygın hale getirebiliriz. İnsanın olmadığı yerde bilginin, bilginin olmadığı yerde de insanın ne anlamı kalır ki… Bu birbirine “koşulsuz” ihtiyaç asla yok sayılamaz. Fakat ne oldu da artık bilgi ile insan arasındaki ilişki bu denli hissiyattan uzak bir “çıkar”cılığa evirildi? İlim, peşinde koşulması gereken, “Müslümanın yitik malı” iken, rızaya bağlı olarak ve sadece “iş”i düştüğünde uğranılmak üzere dışarıda bırakıldı?

İnsana yeniden varmak için doğru bir okuma ve anlama şart. Her şeyin yerli yerinde olduğu zamanlarda böyleydi çünkü. O durumdan da hem ilmin kendisi hem de onu taşıyan âlim memnundu. “Aslına rücu” noktasında ise kesinlikle ümitvarız… Çünkü biliyorum ki; “Rabbi olanın sonsuz da ihtimali vardır.”