İnsan ne uğruna ölür kâri? Canını ne için ya da kim için hiç tereddüt etmeden verebilir? Nasıl vazgeçebilir yaşamak denen nimetten?
Ölmek diye bir hal var başımızda. Öyle ki biz doğuştan ölüm meleğiyle sözleşmiş olanlardanız. Ölümden kaçamayacağımız ve hangi yoldan gidersek gidelim sonunda ona varacağımızı biliriz bizler. Öleceğimizi bilir ve öyle yaşamak için gayret ederiz. Ya da doğrusu şu; gayret etmeliyiz.
Ölümü utandıranlar da var. Öyle ölenler var ki ölmek düğün, öyle ölenler var ki ölmek bayram zannediyor insan. Ve uğrunda öldüğünün kıymetli kadar kıymeti oluyor ölümün…
Bizler, vatan uğruna canından vazgeçenlerin torunlarız kâri. Onların canlarını verdikleri toprakta sürdürüyoruz hayatı. Zira vatan aşk gibi, zira vatan nefes gibi zira vatan ana gibi, baba gibi, yar gibi…
Anadolu, bir dava uğruna asırlık bir yürüyüşe çıkanların yurdudur ve bağrına basmıştır ilahi bir muştu ile atlarını doludizgin koşturanları. Ta Orta Asya bozkırlarından sinelerine ilahi bir aşkın ateşiyle dağlanmış, gönüllerini, ciğerlerini yakmış bir mefkûrenin derdine yollara düşenlerin her bir karşına destanlar yazdıkları diyardır.
Bir toprağı vatan eylemek için oralara sadece gönül vermek değil canını vermek gerekir. Ve vatan dediklerinin sahibi toprağın üzerinde yaşayanlar değil toprağın altında ölümü bile korkuturcasına uzanmış kıyamet gününü bekleyenlerdir. Ve Allah’a inananlar bilirler ki ölmeyen ölüler de vardır. Bedeni ölse de ölmeyenler, bu âlemden gitse de göçmeyenler…
…
Ecdat, bir hayal uğrunda yaşadı kâri, o hayali uğrunda yollara düştü ve inandığı dava için varını, yoğunu ve canını feda etti. Her hangi yerde, her hangi şehirde olursa olsun Allah ismini işitmeyen kalmayacak ve hatta kendi inandıklarına inanmıyor olsalar da zalimin zulmü altında kimse bırakılmayacaktı. Öleceklerdi belki bu uğurda lakin ölüm bir son değildi onlar için zira öldükleri yer vatan olacaktı. O sebeple belki de Sultan Alparslan’ın açtığı o gedikten girip de bakışlarını hiç bilmedikleri diyarlara diktiler. Hiç gitmedikleri yerlere atlarını doludizgin sürdüler. Yiğittiler, inanmıştılar ve inanmış adamlar dünyayı değiştirirdi zira Allah onlarla beraberdi. Ve bu kadarı dahi onlara yeterdi.
Bir davaya, bir ülküye ve bir mefkûreye asırlar evvelinden inanmışlardı. Hem öyle inanmışlardı ki bitmiyor, tükenmiyor, hayal gibi geliyor lakin ölüm bile o hayali öldürmüyordu. Cihana hâkim olmak istiyorlar, âleme nizam vermek için tutuşuyorlardı. Geceleri rüyalarında bu davayı görüyor, gündüzleri at sırtında hiç bilmedikleri çok uzak yerleri hayal ediyor, erleri konuşurken her kelamın sonu bu davaya çıkıyor, hatunları bebelerine ninni diye bu mefkûreyi söylüyorlardı. Çocukları oyun diye cenk ediyor, oyuncak diye kılıç sallıyorlardı. Ve bu hayalin adı Kızılelma’ydı.
Peki ama neydi bu Kızılelma? Neresiydi? Şöyle rivayet ediliyor:
“Şöyle rivayet edilmiştir ki İstanbul’a yolu düşen Müslüman seyyahlar Ayasofya’nın önünde dikili bir sütunun üzerinde, at üstünde bulunan ve bir elinde kızıl bir küre olan Justinianus heykelini görmüşlerdir. Ve o günden sonra İstanbul dendiği vakit Kızılelma diye isimlendirmişlerdir. Sonraları bu isim bir mefkûrenin ismi olmuş ve cihan hâkimiyetinin hedefi İstanbul’a konmuştur.
Ve bu Kızılelma ele geçirilmişti vakti geldiğinde. Lakin hayal tükenmemiş, gaye son bulmamış ve dava tamam olmamıştı. Sonrasında da o maksat uğrunda hedefe her şehre, her devlete Kızılelma diye isim verildi.”
…
Orta Asya’dan çıkan yiğitler “Nereye?” diye sorulduğu vakit “Kızılelma’ya” diye cevap verdiler hep. Anadolu, İstanbul, Roma, Viyana ve daha ne hedef koydularsa ve neresi işaret edildiyse oranın adı Kızılelma’ydı.
Çok şükür ki bugün de öyle. Ruh aynı ruh, dava aynı dava, millet aynı millet…