Çin’den Kuzey Kore’ye, İran’dan ABD ve Rusya’ya kadar herkesin birbirine parmak salladığı endişe verici bir dönemden geçiyoruz. Dünyadaki silahlanma çılgınlığının geldiği nokta ve gideceği yer iç açıcı bir tablo sunmuyor.
Devletlerin, maliyeti ne olursa olsun geleceği tasarlamak adına birbirlerine karşı güç gösterileri kesintisiz devam ediyor. Savaşların ne kadar acımasız, zalim, gayri insani yıkımlara yol açtığının farkında olmayan akıllı tek bir insan herhalde yoktur. Buna karşı başkalarının ürettiği bir çözüm var. Savaşların başkalarının topraklarında yaşanması. Yani, kendi ülkelerinden binlerce kilometre mesafede, diğer insanların topraklarında yürütülen vesayet savaşları. Savaşın bu yüzü, bu yüzyılın en kurnaz ve kalleş yöntemlerinden birisi olarak akıllarda kalacak. Bundan yararlananlar, paravan devletler ve örgütler üzerinden yürüttükleri vesayet savaşları için zemin ve malzeme bulmakta hiç de zorluk çekmiyorlar. Kalaşnikof`un değiştirici gücüne (!) inandırılmış gençler, kışkırtılmış mağdurlar, bazen de romantik saf yığınlar hala her nasıl oluyorsa varlar. Bunlar, problemli savaş bölgelerine hiçbir engelle karşılaşmadan dünyanın her köşesinden akıp gelebiliyorlar. Sanki, yolları, önleri görünmez eller tarafından açılıyor, engelleri kaldırılıyor.
Yüzyıllık problemlere insan kalabalığı ile veya bedeni güç ile veya masa başında bilgi ve fikre dayanmayan fevri ve “akl-ı dana” çıkışlarla çözümler üretilemeyeceği ortada.
Ekonomik ve teknolojik açıdan gelişmiş toplumlarla gelişememiş veya gelişmekte olanlar arasındaki farkın anlaşılabilmesi için şu örneği sıklıkla kullanıyorum: 40 yaşındaki bir yetişkin önünde 13 yaşındaki bir çocuğun, entelektüel, fiziki ve tecrübe birikimi üzerinden kıyaslandığındaki açık dengesizlik kadar barizdir.
Zayıf halklar ya bu genç çocuk gibi çekingen ya da bir ergen fevriliğinde sorumsuz. İkisinin arasında orta yol ise acele etmeden tecrübe kazanarak, sağlıklı bir psikolojiyle gelişmeye devam etmek olmalı…
Bu açık dengesizliğin somut bir örneği olarak birikmiş bütün problemlerini her fırsat ve araçla şiddet yoluyla çözmeye kalkışan, başka bir yol bilmeyen gence mahallenin kabadayılarının yeni yetişen gençlere hayat hakkı tanınmadığı/tanınmayacağı geçmiş örneklerle ortada. Kendi gücünü tartmadan, her saldırıya saldırıyla karşılık vermeye çalışan ve fitneyi üzerine davet eden sert ve fevri çıkışlara karşı verilen tepkileri hatırlamak üzere, bizlerin de şahit olduğu Ortadoğu’nun yakın tarihini hatırlamak yeterli. Olaylar zincirinden çıkartılacak dersler oldukça açık: Devletlerin kaderini tayinde, duygular yerine, verilerle, bilgiyle, fikirle, analitik düşünceyle, akılla ve potansiyel ve gücüne uygun hareket etmek her şeyin önünde tutulmalı.
Ve unutulmaması gereken asıl nokta, kullanılanher şiddetin güçlülerin daha şiddetli bir karşı güç kullanması için gerekçe ve bahane oluşturması ve ellerine yeni kozlar vermesidir. Kabuğuna çekilmek kadar, dengesiz bir acelecilik de hatalıdır. O halde nasıl bir yol izlenmeli?
Hayatın net kurallarından birisi de bilgiye ve analitik düşünceye dayalı rasyonel stratejiler üretilmesinin, planlama yaparak bunun icrasının ve icranın takibinin başarıya götüren yol olduğudur. Aksi halde, olayların arkasından sürüklenmek, günübirlik, geçici ve ertesi gün unutulacak tepkiler vermek kaçınılmaz olur. Aklın işletilmediği veya muteber görülmediği yerde duygular, önyargılar, sinirler, algılar devreye girer. Bütün bu sayılanlar, makul ve üretken bir strateji veya düşüncenin üretilmesinin önündeki engellerdir.
Biliriz ki hemen her zaman, duygu ve zanlar, radikal, keskin ve ekstrem uygulamaların katalizörü olmuştur. İnsanların iç dünyalarındaki keskinlikler, galeyanlar ve hezeyanlar onların psikolojik alanlarıyla ilgilidir; ancak devletlerin, grupların, örgütlerin yaşadığı bu türden iniş ve çıkışlar olsa olsa kitle psikolojisiyle ilgili olabilir ve maliyetleri de yine kitlelerin üzerinde kalır. Mesela Nazi Almanya’sının ideolojik ve psikolojik çıkışlarının maliyeti dünyaya ağır olmuştu. Ortadoğu’da yaşatılanların ise maliyetlerinin her zaman zaten mağdur olanların sırtına bırakıldığını biliyoruz.
Keskin ve radikal yaklaşımlar, dünyayı halen 19. yüzyıl mantığıyla anlamaya çalışırken ortaya çıkan çaresizlikler, hareket tarz ve metotları konusunda da demode yöntemlerle hareket etmekte ısrarcılar. `Ayaklanma`, `devrim`, `silahlı mücadele` gibi genç kuşaklar için çekici ve büyüleyici simgeler, El-Kaide, İŞİD ve benzeri “ne idüğü belirsiz” yapıların elinde bütün meşruiyetini kaybetmiş, oyuncak olmuştur. Bu durum, dünyadaki silahlı sol örgütlenmeler için de tahminimce aynıdır.
Suriye’de mahkûmların haklarını aramayla başlayan süreç, bugün gelinen noktada, kaldırılması güç maliyetleri ortaya çıkarmıştır. Suriye’de ya da Irakta savaşın neden başladığını kimse hatırlamazken ölümlerin sayısını, demografiyle nasıl oynandığını, kaç milyon insanın yer değiştirmeye mecbur bırakıldığını, artık hiç kimse umursamıyor. Bu ülkeler, ilkel bir atmosferde arkaik bir hesaplaşmanın peşinde tutuşan mezhep fitnesi ateşinde kavrulup kırdırılıyorlar.
Hemen herkes, “Arap Baharı” algı ve büyüsüne kapılmışken Mısır, Yemen, Suriye, Bahreyn vd. ülkeler birdenbire kan gölüne dönüşüverdiler. Daha fazla özgürlük aranırken, daha fazla hapis, daha fazla işkence ve kuşatılmışlık çıktı ortaya.
İnsan kayıpları, katliamları dünyanın bu tarafında artık sıradanlaşmış ve rakamlardan başka bir anlam taşımaz olmuş. Dünyanın başka bir yerinde 5 kişinin öldürülmesi flaş gündemken, güney yarımkürede 50 veya üstü kitle ölümleri sıradan bir haber değeri taşır hale gelmiştir.
Afrika’da etnik ayrışmalar sürgün ve katliamlarla neticelenmekte, Ortadoğu ve Asya’da ise yan yana kardeşçe yaşayan halklar, etnik, mezhepsel ve dini bölünmelere ve iç çatışmalara maruz kalmaktadırlar. Batıdaki ülkeler, kendi aralarında müzakereci ve diyalog esaslı bir süreçle sorunlarını çözmeye çalışırlarken, Doğu da silah ve kaba güce dayalı bir anlayış rahatlıkla zemin bulmaktadır.
Bugün dünya dengelerini elinde tutan devletler arasında askeri, teknolojik, nüfus ve nüfuz bakımından maddi çıkarlar adına değil, insanı değerler adına `dur` diyebilecek veya durdurabilecek bir gücü beklemek hayalperestlik olur. Çünkü, bunu sağlayacak bir paradigma halihazırda yoktur. Kuzey Kore veya İran krizlerinde anlaşılamadığı gibi yakın geçmişte yaşanan Bosna, Çeçenistan, Filistin gibi her uyuşmazlıkta BM sistemi veto yetkileriyle defalarca kilitlenerek ve bloke edilerek işlerliğini yitirmiştir. Güncel olan ve Uygurların problemleri konusunda aynı sebeple tek bir adım atılamayacaktır. Son bir asırda, milletlerarası hukuk adalet temelinde oluşamamış, oluştuğu yerde ise aciz kalmış, uluslararası politikalar denilince insan ve toplumlar değil, enerji kaynakları ve rezerv konuları tartışılır olmuştur.
Pekiyi ne olmalıydı ve Türkiye öncelikle kendisi ve dostları için rasyonel zemini ve hangi çözümleri üretebilmeliydi?
(Devam edeceğiz…)