Bu hafta “devrim” niteliğinde bir imza atıldı. Türkiye ekonomisinde belki de gerçek bir dönüşüm ve motivasyona kılavuzluk edecek bir üretim hamlesi başlatıldı. “Devrim otomobili”nden bu yana beklenen ve özlenen bu adımla yabancı markaların Türkiye montajı olmayan; yani parçaları Türkiye’de üretilecek ve montesi de burada Türk mühendisler ve işçiler eliyle yapılacak gerçek bir “yerli otomobil” üretilecek. Son zamanların en heyecan verici ve gerçekçi projesi olarak nitelendiriyorum bu adımı.
Üretim ekonomisini, ülkelerin gerçek bir “beka meselesi” olarak gören bir akademisyen olarak birçok yazımda otomobil, ilaç, cep telefonu, savunma, bilgi işlemin çekirdeği olan çip ve tarım konularının sadece ekonomik olarak değerlendirilemeyeceğini, bu kalemlerdeki üretimin savunma sanayii kadar değerli olduğunu düşünüyorum. Her birinde dışa bağımlılığın azaltılması, ülkenin uzun vadeli politikaları ve ayakta kalabilmesi için elzem.
Bunun yanında, sayılan bu dış ticaret kalemleri, yıl boyunca ortaya çıkan alın teri, üretim ve ülkenin diğer kaynaklarının GSMH’nin içinde önemli ithalat kalemleri olarak heba oluyor. Çünkü kendiniz ürettiğinizde üretimin her aşaması ülkeye bir kazanç olarak dönüyor. İthal ettiğinizde, ithal eden ülke marka değerinden ayrı; üreticisine, mühendisine ve işçilerine kazandırdığıyla ayrı ayrı kar elde ediyor.
Sosyo-ekonomik barışın sağlanması için üretime dayalı yeni istihdam alanlarının açılması şarttır. Hangi saha olursa olsun, yerli üretim küresel rekabeti dikkate almak zorunda olduğundan daha kaliteli üniversitelere ihtiyaç duyulacaktır. Bunun yanında patent ve know-how üretimine, nitelikli işgücünün artmasına, sosyal güvenlikte dengenin sağlanmasına ve “sosyal devlet” amaçlarına yaklaşmaya da yol açabilir.
Fakat bunların da ötesinde daha önceki iki ayrı yazımdan aşağıda alıntılayarak ifade ettiğim gibi konu stratejiktir ve ciddidir. Olmasa da olur denebilecek bir konu değildir:
“Türkiye’nin telekomünikasyondan tarıma ve ağır sanayiden bilişim sektörüne kadar her konuda kendine yeterli bir ülke olmak için çalışması gerektiğini cep telefonu ve kendi otomobilini üretmedikçe bağımlılıktan kurtulamayacağını birçok diğer yazıda vurgulamıştım. Sadece ilaç ve iletişim ağları konusundaki dışa bağımlılık bile devletlerin gücünü ciddi şekilde kırar. Bu sebeple çoğunluğu yerli olan ancak dış dünyayla bağını koparmayan bir ‘üretim ekonomisi’ne geçişin yolları aranmalıdır. Açıkçası, ülkenin otoyollarında dolaşan araçların en az üçte biri yerli üretim olmadıkça, cep telefonlarının yine en az yarısı kendi üretimimiz olmadıkça güçlü ve sağlıklı bir ekonomi kurmuş olmayacağız. Tarım, ilaç, sanayi, iletişim, ulaşım ve savunma konularında alternatiflerin üretilerek yaygınlaştırılması ülkenin geleceği açısından hayati bir önem arz eden gerçek ‘beka meseleleri’…” (https://www.dirilispostasi.com/makale/turkiyenin-guvenlik-koridoru-ve-uretim)
Hiç şüphesiz ki, sayılan kalemlerde üretimi başaran bir ülkenin geleceği üzerinde söz hakkına kendisi sahip olur.
Bu arada altı yıllık bir çalışma sonucunda Atatürk Üniversitesi’nden Parkinson ve Alzheimer hastalıklarını tedaviye yarayan ilacın geliştirildiği haberi geldi. Prof. Dr. Ahmet Hacımüftüoğlu’nun geliştirdiği bu ilacın hastalara ümit olacağını ve üniversitelerimizin üretme potansiyelini ortaya koyması bakımından ayrıca ümit verici olduğunu düşünüyorum. Daha önceki yazılarda ifade ettiğim gibi, üniversiteler ve özel sektör yenilik üretir, ancak bunun piyasaya hitap eden ürünlere/üretime dönüşmesi için, üretimin önünü açan ve bir süreliğine de olsa markalaşmaya destek olan bir devlet desteği mutlaka olmalıdır. Dünyadan tanıdığımız birçok marka bu şekilde gelişmiştir.
Özetle, yerli arabanın, ilacın, silahın, bilgisayar parçalarının, cep telefonlarının ve teknoloji ürünlerinin seri üretim bantlarında görüldüğü gün, Türkiye’nin geleceği için daha büyük bir ümit doğacaktır. Hele ki buna bir de Hollanda’nın başarabildiği gibi kendine yeterli olma ve teknik tarımla GSMH’yi ikiye katlama gibi bir hedef de konulabilirse geleceğimizin çok daha aydınlık olacağına şüphe kalmayacaktır.