İnsan, köklerini saldığı topraktan beslenir; ruhunu o toprağın hikâyeleriyle, türküleriyle, acıları ve sevinçleriyle doldurur.
Tıpkı ulu bir çınar gibi, gölgesiyle nice nesillere kucak açar, heybetiyle güven verir.
Düşün ki bir ağaçsın, dalların göğe uzansa da köklerin o toprağa, o cemiyete, milletine sımsıkı bağlıdır.
Bu bağ, gölgesinde hayat bulduğun ulu çınarın toprağa tutunduğu kökleri gibi, seni de ayakta tutan, besleyen ve ruhunu doyuran yegâne şeydir.
İşte bu bağ, bir insanı var eden, ona anlam katan, kimliğini bir nakış gibi ilmek ilmek işleyen en önemli bağdır.
Bu bağdan kopmak, köklerinden ayrılmak, rüzgârda savrulan yaprak misali oradan oraya sürüklenmek, kimliksiz bir hiçliğe doğru yol almaktır.
İşte bu yersizleşmek, yurtsuzlaşmak ve yabancılaşmaktır.
Ne yazık ki bazıları bu mukaddes bağın kıymetini bilemez.
Yaşadığı toplumun değerlerine yabancılaşır, milletin gönlünde taht kurmuş, ruhunun derinliklerine sinmiş ne varsa küçümser.
Sanki farklı bir âlemden gelmiş, bu topraklara ait değilmiş gibi, sanki bambaşka bir toprağın meyvesiymiş gibi; dudak büker, suratını ekşitirler.
Milletin gönül verdiği, baş tacı ettiği her ne varsa onu anlamak bir yana, ona saygı dahi göstermezler.
Kendi benliklerinde kaybolmuş; dar, çatlak ve puslu pencerelerinden dünyaya bakan bu nasipsiz ruhlar, milletin berrak aynasında ancak solgun ve eğreti bir suret olarak yansır.
Haddizatında, milletin nezdinde bir kıymetiharbiyeleri de yoktur, olamaz da.
Bunlar milletin gönlünde yer etmiş; adını kalbine, hafızasına altın harflerle yazdırmış sanatçısına, siyasetçisine, sporcusuna dahi dil uzatırlar.
Kendi varlıklarının ancak ve ancak milletin varlığıyla anlamlı olabileceğini, milletin onlara sunduğu bu ikramla mümkün olduğunu unuturlar.
Sanki tüm doğruların, tüm değerlerin kaynağı kendileriymiş, hakikatin yegâne temsilcisi onlarmış gibi küstahça ahkâm keser, yargılar, küçümserler.
Küçük, yalan ve kurmaca dünyalarında, inşa ettikleri kibir kulelerinde yükseldiklerini zannederler.
Oysa bilmezler ki milletin sevgisini kazanmadan, bu topraklara kök salmadan, hiçbir değerin, hiçbir başarının kalıcı olamayacağını; aksine saman alevi gibi parlayıp söneceklerini idrak edemezler.
Bunu idrak edemeyecek, düşünemeyecek kadar da sığ ve ahmaktırlar.
Kimdir bu sesleri hiç susmayanlar?
Kendi varoluşlarına anlam katacak gücü, kudreti ve meşruiyeti, millette değil de nerede ararlar?
Bilmezler mi ki bir ağaç köklerinden uzaklaştıkça kurur, zayıflar, cılızlaşır, bir gün devrilmeye mahkûm olur.
Milletin sevgisiyle beslenmeyen, onun değerlerine, ruhuna, özüne ve sözüne saygı duymayan, kendi benliğinde boğulmaya, anlamsızlığın girdabında yok olmaya mahkûmdur.
Kendi kıymetlerini, hakikatlerini ancak milletin saf ve parlak aynasında görebilecekken o aynaya sırtını dönenler, karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan, umutsuzca çabalayan kayıp ruhlardan başka bir şey değildirler.
Bu sonsuz döngüde, bu bitmek bilmeyen sorgulamada, cevap aslında gün gibi ortada ve aşikârdır.
Köklerine yani milletine sımsıkı tutun; onun değerlerine, irfanına sarıl. İşte o zaman var olursun, o zaman bir anlam bulursun.
Yoksa mı? Yoksa hiçlik denizinde kaybolmaya ve yok olmaya mahkûmsun.