Canım kari, yalnızlık ne zor geliyor insana. Ne çok can yakıyor tek ve yalnız kalmış olmak. Oysa yalnızlık kimsenin anlam veremediği, şimdiye değin ve muhtemelen de hiçbir vakit anlam veremeyeceği bir hâl. Acı veriyor evet doğru, acı… Lakin acı çekmeden kazanmayı öğrenemiyor insan. Rahmeti zahmetten ayıranın bir nokta olduğunu bilemiyor.

Arapçada rahmet de zahmet de aynı şekilde yazılır. Tek harf farklıdır. Rahmet “ra” ile zahmet “ze” ile başlar. Ama o iki kelimeyi birbirinden ayıran fark “ze” harfinin üzerindeki tek noktadır. Yani “zahmetsiz rahmet olmaz” dedikleri doğrudur.

“Galip olanlar sabırlı olanlardır” diyordu evvel vakitte okuduğum bir kitapta bilmem hangi müellif. Ve ben onun bu cümlenin altını kaç defa çizdiğimi hatırlayamıyorum bile. Defterimde altı kazınmış cümleler, kelimeler hendeklere düşüyor. Anladığım tek şey var her biten kitabın ve her giden adamın ardından; insan en çok yalnız kalınca üşüyor. Ve bence insan, ölmediğini de üşüdüğü vakit anlıyor.

“Asıl yalnızlık anlaşılamamaktır” demiştim bir vakitler. Öyledir zaten. Kendini anlayan, derdini anlayan birini bulan kişi asla ve asla yalnız olmaz ki… Ama anlayanı olmayanın yalnızlığı da hiç son bulmaz. Tasavvufta bir kavram var ki bilenler bilir elbet; halvet der encümen, kalabalıklar içinde yalnız kalmak. Zor iş… Kalabalık içinde yalnız kalmak… Lakin madem insanlar senin konuştuğun lisanla konuşmaz, sesler birbirine benziyor olsa da sözler farklıdır… İşte o vakit ki elini eteğini çekersin bu dünya hanından, handa meskûn olanlardan ve hatta gördüklerin ve duyduklarından. Susarsın, yalnızlık diler, onun için dua edersin.

Ziya Paşa’nın dediği doğru;

“Bir yerde ki yok nâmeni takdir edecek gûş

Tazyî-i nefes eyleme tebdil-i mekân et”

Sözünü anlayacak takdir edecek biri yoksa boşa nefes tüketme, orayı terk et!

Yalnızlık başka bir hâl kari. Bir de kimsesizlik var, o bambaşka. İnsan yalnız bırakılır ya da bile isteye yalnız kalır. Ve hatta bazı vakitler yalnızlık nimettir. Dünyadan sıyrılmak ve dünyalık ne varsa ardında bırakıp da daha öteleri, daha büyük dertleri kucaklamaktır o. “Uzlet” demiş eskiler bunun adına. Şiir gibi kelime…

Lakin kimsesizlik, yalnızlık demek değildir. Aynı şey olamaz bu ikisi. Yalnızlık vardır ve güzeldir de hatta kutsaldır, ama kimsesizlik yoktur inanmış olan insana. Asıl kimsesiz olan hakikati bulamayandır, inanamayandır.

Ben kelimeleri biriktirmeyi çok seviyorum, biliyorsun. Öyle bir kelimem var. Söylerken bile acısını hissettiğim bir kelime; bîkes… Kimsesiz demek. Ama “kimsesiz” demek kadar kırıcı değil. Daha nazik, daha naif. Hatta bu kelime bir insan olsaydı “mutlaka bir hanım olurdu” derdim. Hatta genç kız belki. Öyle bir kelime işte. Mahcup ve mahzun bir kelime.

“Bîkes” İranlı, Fars kökenli. Aslında tek kelime değil. Ve ne garip ki kelimenin manası yalnızsa da kendisi yalnız değil. İki kelime. “Bî” ve “kes.” “Bî” Farsçada bazı kelimelerin önüne gelip onu “yoksun” bırakıyor. “Bîcan” gibi mesela “Bîçare” gibi.

“Kes” ise kişi, kimse manasına geliyor. Aslında bu kelimeyi biliyor ve çok kullanıyoruz. “Herkes” diyoruz mesela. Hatta “herkes” kelimesinin zıddı “Hiçkes” olarak kullanılıyor eski metinlerde.

İşte öyle. “Bîkes” diye bir kelime var gönlümün bir yerinde. Öyle nazlı ve öyle güzel. Ama sanki hep feryat ediyor.

Hem nasıldı o şiir?

“Kimsesiz hiç kimse yok; var herkesin bir kimsesi

Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler Kimsesi”