23 Temmuz 2024 tarihinde İslam Düşünce Enstitüsü’nün değerli başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in çabalarıyla 20. yy.’dan 21. yy’a geçerken yaşadığı zaman aralığında tanıklık ettiği ve tanıklıklarını mantık, dilbilim, şiddet, tevazu, maddecilik, varlık meselesi benzeri başlıklar ile “ahlak felsefesi ve tasavvuf” ekseninde kaleme alan Taha Abdurrahman’ı dinleme imkânı bulanlardan olduk.

Bağlarbaşı’ndaki İSAM’a saat 16,00 civarında gittim, çünkü oluşabilecek kalabalık ihtimalini organizasyonu yapanlara nispetle doğru tahmin ettim. Afişi gönderdiğim bir arkadaşıma erken gelmesini, kalabalık olacağını, hocanın ismini işitip hiçbir metnini okumayan pek çok kişinin gelebileceğini yazdım. Sıcak bir yaz günü küçücük bir salona âdeta hücum edilmişti. Organizasyon maalesef kötüydü. En azından ön üç-dört sıra, yıllarını bu işe vermiş, hocaların hocası olarak bilinen yaşlı hocalara ayrılabilirdi. Bunun yerine anonslarla gençlerin hocalara yer vermeleri talep edildi. Birkaç genç hocalara yer verse de pek çok değerli alan uzmanının döndüğünü medya mecralarında okuduk.

Taha Abdurrahman’ın ilmî yolculuğu ve eserleri ile ilgili ansiklopedik bilgileri burada aktarma gereği duymuyorum. İsteyen herkes bu bilgilere ve Türkçeye tercüme edilmiş eserler bilgisine hatta İstanbul ve Ankara’da eserleri ekseninde kurulan okuma grupları bilgisine ulaşabilir. Bir köşe yazısı sınırları içinde konferansın konusu olan “Özgün Bir İslam Felsefesini Nasıl Kurarız?” meselesini biraz tartışmak isteriz. Mesela soru sorma ve müzakere imkânı olsaydı hocaya öncelikle sorusunun doğru olup olmadığını sormak isterdim. Bu başlıktan hareketle “Tarihin hiçbir döneminde bir İslam felsefesi olmadı mı?; İslam felsefesinin zirvelerini (Farabi, İbn Rüşt, İbn Sina …) yok sayarak bir felsefe yapılabilir mi?; İhvan-ı Safa, Mutezile ve Hariciye düşünce ekolleri ‘Özgün Bir İslam Felsefesi’nin neresinde?; Vahyin ontoloji ve kozmolojiye bakışını ‘Özgün Bir İslam Felsefesi’nde nereye koyacağız?” bu soruları alabildiğini artırmak mümkün.

İslâm'ın VII. asırdan itibaren hızla yayılarak farklı dinlere, inançlara ve düşünce ekollerine mensup insanlarla karşılaşmasından sonra Müslümanlar yeni fikrî problemlerle karşılaştılar. Me’mun döneminde girişilen tercüme faaliyetlerinden sonra da Müslümanlar ilk, özgün ve nitelikli eserlerini VIII-XIII yüzyıllar arasında verdi. Bu dönemde İslâm dininin inanç, ahlak ve hukuk/fıkıh meseleleriyle ilgili fikrî ve ilmî tartışmaların yoğunlaştığı da bilinen bir hakikat.  Fert ve toplum hayatı ile ilgili dinî, ahlakî, hukukî, sosyal ve siyasî meseleler o tarihe kadar peygamber devrini yaşayanlardan öğrenen nesilden öğrenilerek yaşanıyordu. Peygamberi gören nesille yaşayanların genişleyen coğrafyalara dağılması ve doğrudan bilgi edinme imkânlarının sınırlı hâle gelmesinden sonra Müslümanlar arasında farklı tartışma zeminlerinin oluştuğu da biliniyor. Büyük günah, irade hürriyeti/iradenin sınırları, kader meseleleri yeni ret ve kabullere sebep oldu. Dönemin tartışma konuları, İslam düşünce ikliminde kelam ve felsefi disiplinlerin oluşmasına zemin hazırladı. Bu kısa bilgiyi Müslümanların, İslam'ın temel ilkelerinden sapmadan meseleleri hangi düzeyde tartıştıklarına örneklik teşkil etmesi için aktardım. Müslümanlar, ilk yayılma tarihlerinden itibaren akıl, kozmoloji ve ontoloji meselesi ile devlet, şehir ve farklı inançlara mensup insanlarla birlikte yaşama üzerine düşündüler ve eserler kaleme aldılar. İslam’ın yükselişi döneminde fikri tefekkür arttı ve Müslümanlar bütün bir Orta Çağ’ı etkileyen yayınlar yaptılar. Etkileri, hâlâ göz ardı edilemeyecek ölçülerde devam ediyor.

Bugün yeryüzünde Müslümanların yaşamadığı bir coğrafya yok ve Müslümanlar, dünyanın farklı her noktasında farklı problemlerle karşı karşıya. Bundan dolayı da Müslümanların entelektüel hinterlandının sınırları Kuzey Afrika, Orta Doğu, İran, Pakistan ve Endonezya üzerinden tanımlansa da bugün ABD, Japonya ile Avrupa’nın farklı çevrelerinde önemli ölçüde Müslüman düşünce insanı yaşıyor. Türkiye Müslümanları da bütün bu Müslüman düşünürleri yakından takip ediyor. Taha Abdurrahman da bu anlamda uzun zamandır Türkiye Müslümanları tarafından mercek altına alınmış ve yakından takip edilen düşünce insanlarımızdan biriydi. Hatta onu Câbirî ile paralel okumaya ve anlamaya çalışırken katılmadığım ve itiraz ettiğim bazı tespitleri olduğunu belirtmek isterim.

Taha Abdurrahman'a göre, farklı din ve kültür çevrelerinin tecrübelerinden faydalanmak için bir bilgi ve analiz kabiliyetine ihtiyaç var. Bunun için de Müslüman düşünürler "Başkalarının özgün bir çerçevede oluşturduğu felsefi problemleri kendine mal etmemelidir. O, kendi felsefi problemlerini bizatihi kendi oluşturmalıdır. Aksi takdirde, başkalarından aldığı şeyleri İslam düşünce dünyasına uyarlamanın ötesine geçemez." fikrindedir. Türkiye Müslümanları 80’li yılların başından itibaren bu ve benzeri tespitleri tartıştılar ve gündemlerinden çıkardılar.

Hoca, Gazali ve sufi gelenek üzerinden bir ahlak felsefesi kurarken öncülerden İbn Rüşt ve Farabi’yi, modern dönemden de Câbirî’yi “yetersiz” görerek bir düşünce iklimi oluşturmaya çalışıyor. Meseleleri kavramsallaştırırken de bana göre çağın tartıştığı kimi temel meselelerden uzaklaşıyor. Müslümanlar, sabitelerini doğru tarif ederek ve gelenek etrafında kültürleşen dindarlıktan kurtularak eleştirel bir düşünce iklimi inşa edebilirler. Geleneği dönüştürmeden ve çağ meselelerini doğru bir anlayışla yeniden tanımlamadan uzun zamandır kapalı tutulan düşünme iklimine bahar gelmeyecektir. Hoca, bu yenileme teklifinin merkezine “hikmet, tefekkür, tahalluk ve teşebbüh” kavramlarını koyuyor. Özellikle Hoca’nın, “hikmet ve teşebbüh” kavramlarına yüklediği anlamlara katılmadığımı belirtmek isterim (yanlış anlamadıysam, teşebbüh kavramı ile peygambere benzeyerek, ilahi olana varmak). Hikmet bahsinde de İmam Maturidi’yi hatırlatmak isterim ki o hikmet meselesini daha anlaşılır kılıyor. Maturidi’nin düşünce metodunun, daha verimli veri sağladığına dikkat etmek gerek: “İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his, şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu ilahî emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır.” İlahî emanet, akıldır.

Taha Abdurrahman’ın konferansta not aldığım önemli bir tespiti ile bitirelim. “-Filozof, kendi zamanının çocuğudur.- sözü doğruysa onu bugün dünyanın içinden geçtiği zaman kadar meşgul etmesi gereken başka bir zaman yoktur. Çünkü dünya çiğnenen değerlere, ihanet edilen emanetlere ve bozulan ahitlere şahit oldukça insan da onurunu kaybetmekte ve süflileşmektedir. Zamanın Müslüman filozofa olan ihtiyacı, Müslüman olmayan filozofa olan ihtiyacından daha az değildir. Hatta ondan çok daha fazladır. Çünkü İslam’ın gelişinin ana gayesi, sadece insanı alçalmaktan kurtarmakla sınırlı değildir; aynı zamanda ona en yüksek mertebede onur ve şeref kazandırmaktır.” 

**

Seçilenler soykırımı ayakta alkışladı

Bebek ve kadınlar başta olmak üzere masum insanları Hitler yöntemlerini kullanarak dünyanın gözleri önünde vahşice katleden, soykırım yapan B. Netanyahu’yu; ABD Temsilciler Meclisi’nde ağırlayarak yaptıklarını meşrulaştıran ve zulmünü ayakta alkışlayan azmettirici ve destekleyici ABD Kongresi üyelerini, insan haklarını, insan onurunu, insanlık şerefini ve savaş hukukunu yok sayarak siyonizm idealleri için alkışlayanları lanetliyorum.

**

Not: 21 Temmuz 2024 tarihli “Hoca, efendi, sadakat ve kopuş” başlıklı yazıda geçen “Kadızade” ifadesi, “Sivasîler” olacaktı. Uyaran dostlara selam ve dua.