İnsan dediğin kendini bile hakkıyla çözemiyor kâri. Anlayamıyor zira insan dediğin anlaşılamıyor. Yani biz bile kendimize bigâneyiz. Tam manasıyla bilmiyoruz kendi kudretimizi ve belki de mahiyetimizi. “İnsan, bir yanıyla beden bir yanıyla ruh” diyorlar. Elbette doğru ama kuvvetle muhtemel ki eksik… Beden kısmını elbet biliyoruz. En azından görebiliyoruz. Gördüğümüz her şeyi de bildiğimizi zannediyoruz ve bu da bir başka mesele aslında ama bir başka vakit bunu da konuşalım isterim. Gördüğümüz kısmı bildiğimizi vehmediyoruz. Ama ruh meselesi henüz tam manasıyla çözmediğimiz ve belki de çözemeyeceğimiz bir mesele. Zira insan bedeniyle değil esasında ruhuyla yaşıyor. Hatta gönlüyle, değerleriyle ve değer verdikleriyle… “İnsan, görünmeyendir” demeye çalışıyorum aslında sana. Görünmeyende gizlidir. Gönlünde, ruhunda, vicdanında ve imanında bence…
Her birimiz bir maksat için yaratılmış insanlarız. Nerede doğduğumuz, kiminle olduğumuz, neye inanıp nelerden uzak durduğumuz, hangi diyardan, hangi anadan hangi babadan olduğumuz birer teferruat aslında. Asıl meselemiz insan olmak. Ve yaşadığımız dünyayı da güzel yapacak olanlar bizleriz. Eskilerin dediği gibi; bir yerin şerefi orada yaşayan insanlar sayesindedir. Devletler de böyledir… Ardında sağlam duracak bir millet bulanlar cihana hükmetme derdini gönüllerinde taşımaya muktedir olabilmişler her vaktinde bu âlemin. Ve sağlam, dimdik, onurla durabilmiş olan insanlar da bütün bir cihanı titretmişti bir vakitler. Tarih bize bunu hep gösterdi. Ve hakikat o ki tekerrür eder dedikleri gibi şimdi de tekerrür ediyor.
Şöyle bir kıssa anlatılır ki sen de duymuşsundur lakin yine de yazıyorum buraya:
“İstanbul yakınlarında bir bahar sabahı… Osmanlı Devleti İstanbul’un fethi için hazırlıklara başlamış, her yanı bir cihat heyecanı sarmıştı. İşe o bahar sabahı ardına hafif esen bahar meltemini almış iki adam çarşının orta yerinde durdular. Önce şöyle bir etrafa bakındılar. Sonra yürüdü ve girdiler bir dükkândan içeri.”
Dükkân sahibinden birkaç şey almak istedi bu iki adamdan daha dinç ve genç görüneni. Dükkân sahibi kendisini tanımamakla beraber, arzu ettiği şeylerden sadece birini hazırlayıp verdi. Ama genç adam şaşkın bir halde baktı dükkân sahibinin yüzüne:
-“Ya diğer istediklerim?” dedi “Onları neden vermiyorsun?”
-“Efendim” dedi dükkân sahibi “Ben sabah siftahımı yaptım, komşum da dükkânını yeni açtı. Diğer isteklerinizi de ondan alın.”
İki adam şaşkın halde çıktılar dükkândan ve hemen yanı başındaki bir diğer dükkâna girdiler. Lakin bu sefer de yeni girdikleri dükkânın sahibi istediklerinden yine sadece birini hazırladı ve yan dükkâna gitmelerini, komşusunun bu sabah siftah yapmadığını, diğer alacaklarını da ondan almasını istedi. Böylece üç dört dükkânı daha gezdiler.
O sabah esnafların hiç biri bu iki adamdan birinin geleceğin Fatih’i olacak Sultan Mehmed, diğerinin de onun veziri olduğunu bilmediler. Ve hatta hiçbiri Sultan Mehmed’in ağzından dökülen şu cümleyi işitmediler;
“Allah’ım, bu milletle değil İstanbul’u, dünyayı bile fethederim.”
Karşımızda duran, bağırıp çağıran, gazetelerini bile –aslında duymaktan dahi hazzetmedikleri- bizim dilimizde çıkaran, ağızlarından salyalar dökerek her bir yana saldıran haçlı kafası da aynen ve hâlâ cennet mekân Sultan Mehmed’in asırlar evvel söylediği hakikatin bu gün de olacağından korkuyorlar. Zira daha evvel olduğu gibi bugün de olabileceğini biliyorlar.
Biz halen dahi aynı milletiz…