Sokakta kavga etmeye meyilli bir çocuktum ben, öyle büyümüştüm çünkü. Allah nasip etti; güzel ağabeyler çıktı karşıma emek verdiler, Allah razı olsun hepsinden. Bazıları göçtü gitti bu gurbet diyarı dünyadan, Allah onlara da rahmet eylesin. Onlardan biri; İhsan Ağabey, yine kavga edip yüzüm gözüm şişmiş halde geldiğim günlerin birinde yüzümdeki kanları mendiliyle silerken şöyle nasihat etmişti: “Bir adamı döveceğini bilip sakin kalmak onu dövmekten daha zevklidir. Sana kavga etmeyi öğreteyim mi?” Bruce Lee filmlerini seyredip kapıları tekmelediğim günlerde onunkilere benzeyen elbiseler giyerek bir disipline tabi olmuştum. Yıllar geçtikçe, gerçekten bir adamı döveceğinden emin olmanın onu dövmekten daha iyi etkisi olduğunu görünce ilk fark ettiğim şey; o tuhaf siyah elbiseye ihtiyacım olmadığı ve bana hiç yakışmadığıydı.
Gençlere güzel kavga etmeyi öğretmemiz lazım; adam gibi, kendi gibi giyinerek güzel kavga etmeyi. Mesela Anadolu’nun genç hukukçuları, Zandereli’yi rahat rahat dövüp bizim medeni hukukumuzu; Cicero’nun ağzını yüzünü kırıp kendi ceza hukukumuzu yazabilirler. Ama bizim neslimiz Cicero’dan korktuğu yetmiyormuş gibi, bir de ona hayranlar. Senaryo yazarken, hukuk yaparken, hava savunma sistemi kurup kıyafet seçerken, evlenirken, evlat büyütürken dünün eşkıyalarına öykünüp onları taklit ediyoruz. Çünkü mağlup edilmiş bir geçmişin hayatta kalmaya çalışan dengeci ürkek çocukları gibiyiz. Bunu da “reel politik” gibi hiçbir anlamı olmayan tuhaf laflarla açıklıyoruz. Yapma bunu kendine; korkma, sen bu dünyaya adaleti, hürriyeti teklif edip öğreten bir medeniyetin evladısın. En başta kendin, sonra bütün dünya için senin en kötün, onun en iyisinden hayırlıdır. Kendini onlara tarif ettirme; çünkü kimin cetveliyle ölçülürsen onun biçtiği kadar kalırsın. Kendini, dünyayı sen tarif et; çek besmeleni ve niyet et…