İsrailliler ile Filistinliler ya da AK Partililer ve CHP’liler aynı dünyada mı yaşıyorlar? Ruslar ile Ukraynalılara veya Amerika’daki Demokratlar ile Cumhuriyetçilere ne dersiniz?

Akla yatkın ve beklenen cevabın “herhâlde yani” olduğu gayet açık.

Peki, aynı dünyada yaşıyorlarsa, aynı şeyi neden bu kadar farklı yorumluyorlar?

ABD Dışişleri Bakanlığının eski politika planlama direktörü ve Princeton Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Fahri Profesörü Anne-Marie Slaughter, bu soruyu Pulitzer ödüllü gazeteci Ed Yong’un “Uçsuz Bucaksız Bir Dünya” isimli kitabından esinlenerek cevaplıyor.

New York Times’ın en çok satanlar listesinde yer alan kitabın alt başlığı; “Hayvan Duyuları Çevremizdeki Gizli Dünyaları Nasıl Ortaya Çıkarır?”. Yong kitabında, balık, böcek veya maymun, farklı hayvan türlerinin kendilerine ait farklı duyulara sahip olduğu gerçeğini hatırlatıyor.

Sahip olunan duyusal özellikler her bir hayvan türü için deyim yerindeyse bir “duyu baloncuğu” oluşturuyor. Dünya, duyuların izin verdiği kadarıyla oluşturulan bu baloncuk içerisinden algılanıyor. Bu da aslında muazzam bir dünyanın ancak küçük bir kesitinin algılanabilmesi anlamına geliyor.

Örneğin insanlar görme duyuları gelişmiş olduğu için birçok rengi görebiliyorlar fakat koku alma yetenekleri oldukça zayıf. Köpekler ise sadece iki renkte görebiliyorlar ama bizimkiyle karşılaştırılamayacak kadar gelişkin koku alma duyusuna sahipler.

Ed Yong, duyu baloncuğunu “umwelt” olarak adlandırıyor. Bahsettiğimiz bağlam içerisinde ifadeyi, Türkçeye “algısal dünya” diye çevirmek mümkün. İki canlı aynı fiziksel mekânda, yan yana dursalar bile gerçekliklerini kendi “algısal dünyaları” çerçevesinde oluşturuyorlar.

Tam da bu yüzden Slaughter’ın dediği gibi, bir gün köpeklerle konuşabilsek bile tecrübelerimiz ve gerçekliğimiz açısından ortak bir zemin bulmak muhtemelen son derece zor olacak.

Halk Partililer, Filistinliler ve Trumpçılar tabii ki temelde aynı fiziksel ve duyusal alıcılara sahipler. Bu alıcıları besleyen bilgilerin farklı olması, algısal dünyaları farklı şekillendiriyor.

Önemli bir nokta gözlerden kaçmamalı. Bahsettiğimiz durum asla karşı tarafın gördüğünü veya gerçekliğini reddetmekle ilgili değil.

İnsanla insan arasında, tıpkı görme ve koklama konusunda köpekle insan arasında olduğu gibi bir fark var. Diğerinin gördüğünü aynen görebilme yetersizliği, hatta imkânsızlığı…

Slaughter aynı zamanda New America isimli düşünce kuruluşunun yönetim kurulu başkanı. Kendi alanı açısından, farklı “algısal dünyalara” sahip olmanın yarattığı durumu dikkate almayan bilindik “çatışma çözümü” yaklaşımlarını sorunlu buluyor.

Gerçekten de eğer insanlar duvarları aşılmaz algı dünyalarında yaşıyorlarsa, çatışmaların nasıl çözüleceğine dair yaklaşımlarımızı gözden geçirmemiz oldukça makul.

Slaughter, insanların haberlerden eğlenceye kadar farklı medyaları tükettiğine, bu yüzden bireysel tecrübe ve bilgilerini farklı merceklerle oluşturduklarına dikkati çekiyor.

Dikkat çekilen bir başka nokta da insanların, kendi dünya görüşlerini daha da güçlendiren, benzer fikirlerdeki insanların bir araya geldiği homojen topluluklarda yaşama eğilimi. Bir tür “yankı odası” konforu.

Farkındasınız; konu döndü, dolaştı, yine iletişim ve medya teknolojilerine geldi.

Günümüz dijital medya platformları “umwelt”imizi, “algısal dünyamızı” yani aslında bilgi ve tecrübelerimizi şekillendiren -Slaughter’dan ilhamla- “yeni dijital mercekler”.

Doğaları gereği onlarla anne-babalarımız, TV kanallarımız veya öğretmenlerimizden daha uzun süre ve daha yoğun bir şekilde iletişim hâlindeyiz.

Bu “sırnaşık” mecralar daha öncekilerde olmadığı kadar büyük bir ikna gücüne de sahipler.

Sundukları “yankı odası” konforu, arkalarındaki yapay zekâ marifetiyle daha da artıyor çünkü sürekli fikirlerinizin doğruluğuna olan inancınızı kuvvetlendirecek paylaşımlar ‘görmenizi’ sağlıyorlar. Bu açıdan bakınca “keskin kutuplaşmalar” gayet doğal.

“İyi ama biz insanız, aklımızı kullanamıyor muyuz?” dediğinizi duyar gibiyim. Ah evet, akıl. Asırlardır yerli yerine oturtmaya çalıştığımız akıl…

Büyük mutasavvıf İbn Arabi, insanoğlunun aklın kuvvetine güvenmesini hep hayretle karşılamıştır.

Ona göre de insan, bilgi sahibi olmak için beş duyuya ihtiyaç duyar. Duyular dış dünyayı kavramımızı sağlar fakat insanın gerçek bilgiye ulaşmak için bir de ‘düşünme gücü’ne (tefekküre) ihtiyacı vardır. Bizi diğer hayvanlardan ayıran şu gerçek güce…

Ne yazık ki insanoğlu düşünme gücünü hem doğru hem de yanlış bir şekilde kullanabilir. Mesela doğru düşündüğünü zannederek kuşku duyulacaklar ile kanıtları birbirine karıştırabilir.

Bu yüzden, “düşünme gücünü” bilgi edinmenin ve hakikate ulaşmanın en doğru yolu olarak görmek hatalıdır.

Yong ve Slaughter’ın değil, İbn Arabi’nin gözünden bakarsak bir duyu baloncuğu içerisinde olmamızda bir sorun yok. Sorun, aklı kullanmanın sonraki aşamasında yer alan “düşünme gücüne” duyulan aşırı güvende.

İbn Arabi, Müslümanların da bazen “düşünmenin gücüne” hatalı bir şekilde aşırı güvendiklerini, hatta bu yüzden mesela Yunus Suresi’nin 24. ayetini yanlış anladıklarını söyler.

Biraz daha yerim kaldı fakat ayet mealini buraya yazmayıp sizin araştırmanızı rica edeceğim.

Efendim, her şeyi yazıda verip gizem oluşturmazsak sonra yazdıklarımızı kim merak edip okur?