Dünya âdeta sökümler çağında yaşıyor.
“Logosun sökümü” kavramıyla bilinen, Cezayirli mültecilerin hakkını savunmuş, Körfez harekâtında ABD’ye karşı Habermas ile politik bir karşıtlık sergilemiş Jacques Derrida yaşasaydı; acaba aklını fikrini yitirmiş, çıldırmış Netanyahu’nun ya da siyonist İsrail’in neleri söktüğünü nasıl tarif ederdi?
Uluslararası hukukun, adaletin, ahlakın bütün vidaları sökülmüşken, “Batı tipi demokrasi” denen bir illüzyonla toplumlar “özgür(!)” olduklarına ikna edilmişken insanlığı ayakta tutacak, bütün dünyanın güvende olduğu hissini yeniden inşa edecek ne kalmıştır geriye?
Siyaseti kilitlenmiş, “beşli” yapısıyla umut olmaktan çıkmış BM, pek çok şeye cevap bulamadığımız bu sökümler çağında, en çok da sorular sorduruyor bize.
Bir türlü cevaplanamayan soruları tekrar tekrar soruyoruz işte; “Ne olacak bu dünyanın hâli?” diye.
Evet; zalim, zalimliğinin gereğini yapıyor anlaşılan.
Fakat bu Müslümanların hâli gerçekten de çok içler acısı.
Artık Batı’nın ne olup olmadığından daha fazla biz Müslümanların ne olup olmadığına odaklanma zamanıdır.
Müslümanlar kendi varlıklarının koordinatlarını mutlaka yeniden sorgulamalıdır.
Bunu yapmadığımızda şöyle bir yanılgı oluşuyor kanaatimce; “Biz üzerimize düşeni yaptık, yapıyoruz.”
Bunun böyle olmadığını ve en az 150 yıldır hep kaybeden tarafta olduğumuzu çünkü yapmamız gerekenleri yapmadığımızı hepimiz iyi biliyoruz.
Bugün vahşi bir duyguyla ve hiçbir endişe hissetmeden Müslümanlara saldıran katil İsrail’in cesaretinin en büyük kaynağı, darmadağın hâlimizdir ve üç kuruşa onurunu, haysiyetini, ülkesini satan iş birlikçiler bulma konusunda hiçbir zorluk yaşamayışıdır.
Savaşı bölgeye yaymak için çıldırmış bir istekle orayı burayı -üstelik masum, kadın veya çocuk ayrımı yapmadan- bombalayan terör devleti İsrail, öyle anlaşılıyor ki içeriden bulduğu iş birlikçilerle istihbarat alma konusunda da pek sorun yaşamıyor.
İsrail’in aynı rahatlığı Gazze’de yaşayamadığı göz önüne alındığında safları sık ve ihaneti olmayan bir toplumun sayıları az da olsa ne kadar güçlü olduğu, çok açık bir şekilde görülecektir.
Bir Müslüman devlet olarak, Amerika’nın göbekten bağladığı Mısır da olup bitenlere karşı sessiz ve duyarsız bir görüntü sergiliyor.
Öyle anlaşılıyor ki hamasetin ötesindeki gerçeklerle yüzleşecek bir cesaret de yok pek çok Müslüman devlette.
Nüfus mukayesesi yapıldığında sadece “sayıların despotizmi”yle dahi yerle yeksan edebilecekleri bir İsrail karşısında yaşadıkları bu tablo ancak esefle izlenebilir.
Artık demokrasiyi bu Amerikan tipi demokrasiden korumanın bir zorunluluk hâline geldiğini bütün akıl ve vicdan sahipleri çok iyi kavrıyorlar.
Demokrasi mevcut görüntüsüyle daha çok, Eflatun’un “para aristokrasisi” dediği ve güçlülerin egemen olduğu “timokrasi”yi hatırlatıyor.
Hatta bir adım daha ileriye götürebilir ve “Devlet suç işlemeden yönetilemez” diyen Saint-Just’e de atıf yapabilirim.
Hatta onun şu acayip isteğini de hatırlatayım ki daha net gözüksün Batı tipi demokrasinin bugün neyi çağrıştırdığı: “Ben hürriyetin istibdadını istiyorum…”
Demek ki hürriyet de bir istibdat aracı olarak kullanılabilir onun gözünde.
Açgözlülüğü bir ayna gibi gözüne takan bu para babaları, baktıkları her yerde insanı değil de elde etmek istediklerini görüyorlar ve bunun için de yapamayacakları şey yok onların.
ABD için ucuz ve inanmış bir savaşçıdan daha kıymetli ne olabilir ki!
İşte bu siyonistler ABD için bu açıdan kıymetli.
Kendi sapkın inançları için savaşırken ABD’nin de yolunu açıyorlar.
Zira dünya kalanlar için önemli olabilir lakin ölmesi istenene sonsuzluk üzerinden bir şeyler vadetmek gerekir.
Bunun için de imanlı kitleler en elverişli durumdakiler oluyor.
İnancın uydurma, sapkın ya da saçma olması da bu gerçeği maalesef değiştirmiyor.
Dünyayı söküme uğratan bu sapkın inanç, kendi inancını pekiştirmek için ne gerekiyorsa yapmaktan geri kalmıyor; mottosu da: “Din kötüdür ama siyonizmi yaşatan Yahudilik hariç…”