Ne çok şikâyet ediyoruz değil mi kâri? Ne kadar çok veryansın ediyor ve ne kadar fazla bizim olmayanlar için dertleniyor ve beğenmiyoruz yaşadığımız dünyayı. Olanları hoş görmüyor, olmayanda hikmet bulmuyor, verilmeyince sabredip de verilene şükretmiyoruz. Gittikçe tuhaflaşıyoruz bence, değişiyoruz, başka oluyor, başka bakıyor, başkası gibi yaşıyoruz. Görünenin ardındaki sırrı aramayı kaybedeli çok oldu da gördüğümüzdeki sırrı da kavrayamaz olduk. Anlayamaz olduk ve bence kendi kusurlarımızı görmediğimizden ya da görsek de söyleyemediğimizden bu kadar fazla şikâyet eder olduk.

Her zamâne zamanından şikâyetçidir ben de biliyorum, kendimden biliyorum lakin şikâyet etmenin bir çare olmadığı, olamayacağını da bilmem için öyle çok çabalamama gerek yok. Zira ben şuna inanıyorum ki dert ettiğimiz, dertlendiğimiz ve sonra dönüp de keşkelerle dillendirdiğimiz her ne varsa neredeyse hepsinin müsebbibi de biziz. Biz getirdik dünyayı bu hale. Bu beğenmediğimiz, yaşanmaz dediğimiz, kabullenemediğimiz ahvali biz musallat ettik başımıza. Onun için şikâyet edeceklerimiz olacaktır, olmasın desek de. Ama en azından kendimizde de arasak ya.

Biliyorum, sen de görüyorsun etrafında olanları. Zor durumda kalan insanlar sen de görüyorsun. Senin şikâyet edip de istemediklerini dua edip de bekleyenler, belki o beğenmediğinden daha aşağı olanlara bile bir şekilde sahip olsa şükredenler de var.

Ramazan neden gelir diye sorsalar bana, belki de bu anlattıklarımı anlayalım diye gelir derim. Başkasının halini görelim, bilelim diye değil sadece şikâyet etmekten vazgeçelim diye gelir. Zira bizlerden çok daha zor durumda olan, çok daha büyük dertlerle imtihan olunan, çok daha ağır sıkıntılar yaşayan ama bizim kadar şikâyetçi olmayan ya da olsa da şikâyetini bile sadece O’na söyleyen insanlar var. Onları da görmek gerek. Hani biz şimdi belki de Ramazan’dan, açlıktan dem vurup da günler uzun, hava sıcak falan deyip de şikâyet ediyoruz ya doğu Türkistan’da mesela o kara kızıl zulmün altında sabra dayanıp da yine de ibadetlerini etmek için çırpınan ve oruç tutan kardeşlerimiz var. Hem dahi sırf aşağılamak, eziyet etmek için oruçlu olduklarını bile bile ağızlarına şişeleri dayayıp da zorla su içirilmeye çalışıldığı halde… Bir şikâyet edilecekse ve gerekiyorsa bu, biz değil bırakalım o kardeşlerimiz etsin. Ve biz de sessizce seyredelim öyle mi? Hayır ve asla… Onların oruçlu temiz ağızlarına dokunan o pislik bulaşmış elleri tam bileklerinden kıralım… Neyse bu bir bahis-i diğer. Ama bunu da söyleyeceğim bir dün muhakkak kâri.

Feridüddin Attar okuması da çok keyifli olan ve ayrı bir lezzet veren o kıymetli eseri Tezkiret’ül- Evliya’da şöyle bir kıssa naklediyor ve bence benim bunca cümle ile anlatmak istediğimi benden bilmem ki kaç kere daha güzel hülasa ediyor. Aynıyla aşağıda aktarıyorum.

Bir gün Şakik-i Belhi İbrahim Ethem’e sorar:

“Geçinme, yeme içme hususunda ne yaparsın?”

İbrahim Ethem:

“Bulursak yeriz, bulmazsak şükrederiz” der.

Şakik-i Belhi: “Belh’in köpekleri de öyle yapar” deyince İbrahim Ethem:

“Ya siz ne yaparsınız?” diye sorar.

Şakik-i Belhi: “Bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz” deyiverir…