Her şey 2011’de başladı.

Peki neden?

Suriye neden büyük güçlerin paylaşım için gözünü diktiği, terör örgütlerinin cirit attığı, sivil halkın perişan olduğu büyük bir cehennemin içine girdi?

Düdüklü tencere misali, on yıllara varan sıkışmışlığın sonucudur bu. Önünde sonunda patlayacaktı.

Suriye diktatörlüğü, Nusayri-Şii rejimi; azınlığın iktidarıydı.

Ülkedeki küçük bir kesim, yüzde 80’i oluşturan Sünni kesime adil yaşam hakkı tanımıyordu. Sünni Arap, Türkmen ve Kürtler yok sayılıyordu.

Kürtlere nüfus kimliği dahi verilmiyor, insandan sayılmıyorlardı.

Sünni Arap ve Türkmenler ise devlet kadrolarına layık görülmüyor, siyaset arenasında önleri tıkanıyor, sesleri duyurulmuyor ve büyük baskıya maruz kalıyorlardı.

Suriye’nin diğer adı; ‘Muhaberat rejimi’dir. Yani istihbarat rejimi.

Böyle bir düzende can güvenliği ve nesil güvenliği yok sayılmakla birlikte her türlü insan hakkı çiğnenmektedir. Diyelim muhalif bir vatandaş olarak fişlendiniz. Bir gün yolda yürürken kaçırılabilir, kodeste işkence ile katledilebilir ve bir mezarınız dahi olmayabilirdi. Yakınlarınız sizin hakkınızda hiçbir bilgiye ulaşamaz ve sonsuza kadar ‘kayıp’ olarak anılırdınız.

Medya tek sesli ve rejimin borazanı misyonunu üstlenmiş, farklı sesler bastırılmıştı.

Medyada, akademide, sivil toplumda ve siyasette ikiyüzlü bir tavır takınılmıştı. Öyle ki verilen görüntü; suni ve sahte olmakla birlikte asıl sorun alanlarının hasır altı edildiği ve rejimin istediği konuların tartışıldığı sanal bir ortamdan ibaretti.

Sünni Arap ve Türkmenler için süreç tamamen tıkanmıştı. Hak mücadelesi yapacakları, seslerini duyuracakları meşru ve legal bir platform bulabilmek mümkün değildi.

İçlerine çekildiler, sindirildiler.

Öyle ki 2005’te yaptığım Halep ziyaretimde bir ev ortamında dostlarla hasbihal ederken bir dost olarak rejim hakkındaki fikirlerini öğrenmek adına sormuş bulundum. Üç nesil geriye gidebilen kadim dostluğumuzun olduğu aile üyeleri, hiçbir yorum yapamadı ve sustular. Dört duvar arasında dahi korkuyorlardı farklı bir yorum yapmaya.

Halep’in iç savaş öncesi hâlini bilenler bilir. Sünni-Arap ve Türkmen nüfusa sahip kadim kent; yaşam tarzı, sofra kültürü ve adet-gelenek-göreneğiyle Gaziantep’e çok benzer. Esasen 100 sene önce Antep, Halep eyaletine bağlı bir beldedir. Hatta tarihi Selçuklulara kadar gider.

İşte bu nedenle Halep bir yürek sancısıdır.

İşte bu nedenle Halep bizim için bir meseledir.

Peki, hikâye nasıl devam etti?

Tunus’ta başlayan Arap Baharı ile birlikte Suriye’deki muhalifler demokratik ortam bulamadıkları için güç kullanarak söz sahibi olabileceklerini düşündüler ve ayaklandılar. Bir rüzgâr esiyordu ve bundan faydalanabileceklerini düşündüler.

Fakat rüzgâr tersine döndü.

Esed, Rusya’yı ülkesine davet etti. ABD ise DEAŞ isminde bir terör örgütü icat ederek onu bitirmek bahanesiyle sahaya giriş yaptı. Süreç içinde DEAŞ ile mücadele ediyor kılıfı içinde PKK-YPG’nin önünü açtı. İran ve Hizbullah, Irak’tan sonra Suriye’de daha etkin hâle geldi.

Ve gelinen aşamada sınırını korumak için Türkiye’nin sınır ötesi operasyonları gündeme geldi. Hâlihazırda alanda bahsi geçen güçler arasında zaman zaman değişen sınırlar söz konusu.

Ve yıl 2024.

İsrail’in Hizbullah’ı Lübnan’da yıprattığı, İran’ın yine İsrail ile çekişmeye girdiği bir konjonktürde, Rusya’nın Ukrayna’da savaşın dibine vurduğu bir aşamada ve ABD’nin yeni iktidarı beklediği bir dönemde; Halep için yeni bir gün doğuyor.

Muhalifler, Sünni Müslümanlar… Arap, Türkmen ve Kürt kardeşler… Birlik hâlinde rejim askerlerini süpürüyor ve Hizbullah’a ait komutanların resimlerini mekânlardan temizliyor.

“Bekle bizi Halep.” demiştik. Beklenen oluyor.

Cumhurbaşkanımız Erdoğan, "İnsanlık, bir dönüm noktasındadır. Sadece önümüzdeki 5-10 yılı değil, torunlarımızın da geleceğini etkileyecek mahiyette hadiseler yaşanmaktadır." açıklamasını yaptı.

Önümüzdeki günler çok kritik.

Hayrolsun.