Suriyeli Amira’nın haberini okumuş olmalısınız.

Sosyal medya, tez haberdar etti Amira’nın ciğer parçalayan ahvalinden.

Ekrandan ekrana dolaştı, o çöp konteynerinden ekmek kırıntıları arayan annenin resmi.

Bir de zihinleri tırmalayan “kim bu, neden böyle” sorusu…

Bizim kadar gerçekti Amira ve Amiralar.

İnananlar için dert büyük, o resme rağmen rahat etmek iman iddiasındaki kalbe ağır gelir.

Dudak büküp geçenlerin ise durumu farklı!

Amira’yı anlamak istemeyenler “benzer bir şey bizde olmaz” diye inanmak istiyorlar.

Bırakın bildikleriyle kalsınlar, biz diğer tarafa geçelim.

Amira, Suriye’yi cehenneme çeviren Zalim Esed’in varil bombalarından kaçıp Gaziantep’e yerleşmişti.

Ancak çalışanı olmadığı için bir zaman sonra kendisiyle beraber aç kalan çocuklarını çöp konteynerlerinden topladığı ekmek, sebze ve meyve parçalarıyla doyurmaya çalışıyordu.

Velhasıl, Amira, karnını doyurmaya çalışırken, bizler de dünyayı imar etmeye devam ediyorduk.

Hem de ölümüne…

Öyle ki bu gidişatımızı değil nasihatler, musibetler bile durdurmuyor.

Oysa imar edilmesi gereken insanlıktı, unuttuk!

Dahası Amira, aynı kaderi paylaşan milyonlardan sadece biriydi.

Nice çocuk, yaşlı ve kadın başka yerlerde aç sabahlıyor.

Niceleri parklarda uyuyor.

Bundan beş yıl önce aynı hava Suriye’de de hakimdi.

Canhıraş bir mamur etme, cenneti buraya taşıma sevdası vardı onlarda da.

İmarı için canhıraş çabaladıkları dünyaları bir anda yıkılıvermişti.

Aslında bu durum onlar için büyük bir musibet, bizler için de önemli bir nasihatti.

Durmalı ve düşünmeliydik işin burasında.

Ne oluyordu ve bizler ne yapmaya çalışıyorduk!

Rivayete göre; 7. Emevî Halîfesi Süleyman bin Abdülmelik, Mekke’ye giderken bir seferinde Medîne’ye uğramış ve orada birkaç gün kalmıştı.

Süleyman bin Abdülmelik, oturduğu mecliste “Medîne’de Allah ‘ın Resulu Muhammed Aleyhisselam’ın ashâbından herhangi birine yetişmiş bir zât var mıdır?” diye sordu.

Ona, “Ebû Hâzim isminde biri vardır” dediler.

Süleyman bin Abdülmelik hemen ona bir haberci gönderdi ve gelmesini istedi.

Ebû Hâzim gelince aralarında geçen uzun diyaloglardan sonra Halîfe Süleyman, Ebû Hâzim’in derin bir adam olduğunu anladı ve ondan nasihat dinlemek istedi.

Halîfe Süleyman “ Ya Ebû Hâzim! Bize ne oluyor ki, ölümden hoşlanmıyoruz?” diye sordu.

Ebû Hâzim, “Nefsânî arzularınıza aldandınız, dünyayı mâmur edip ahreti harâb ettiniz. Bu sebeple mâmur bir yerden harâbe bir yere geçmek hoşunuza gitmiyor” dedi.

Halîfe Süleyman, “Doğru söyledin Ebû Hâzim! Peki, insanlar yarın yüce Allâh’ın huzuruna nasıl çıkacaklar?” diye tekrar sordu.

Ebû Hâzim, “Sâlih mü’minler gurbetten âile efrâdının yanına dönen kimseler gibi huzurlu ve sevinçli olacaklardır. Nefsâniyetinin kölesi olan insanlar da efendisinden kaçarken yakalanıp geri getirilen köleler gibi olacaktır” dedi.

Müslüman halklar olarak zihnen ve bedenen mâmur etmeye çalıştığımız bu dünya ve dünyalıklarımızın yıkılması bir an meselesiydi.

Oysa Ebû Hâzim, “dünyayı mâmur, ahreti harâb ettiniz” sözünü tam olarak da bize söylüyordu.

Bugün gelinen noktada, Müslümanlar yeniden düşünmek ve kendilerini tekrar sorgulamak zorunda!

Bu gidişat Medine’ye çıkarmayacak bizi!

Kurtarmayacak bu hal, ne bizi ne de etrafımızdaki mazlumları.

Bu kadar kötülüğü ortadan kaldırmanın tek yolu ve yöntemi “iyilik seferberliği”yle mümkündür.

Çünkü iyilik, hem bizi hem başkasını kurtarır.

Şimdi tekrar başımızı kaldırıp etrafımıza bir bakmamız ve iyi şeyler yapmamız lazım.