Kazanmak ve kaybetmek, sadece dünya gözüyle bakılacak bir mesele değildir.
Zira nice “kazandık” diyenlerin sonunda kaybettiklerine, nice “kaybettik” diyenlerin de sonunda kazandıklarına şahit olunmuştur bu kürre-i arzın altında.
Elbette “kazanmak” sevinçtir, mutluluktur, tesellidir, umuttur, aydınlıktır.
Ama ben kazanmanın en fazla bir “tebessüm”e dönüşmesinden yanayım.
Bu dünyada kazanma ve kaybetmeye karşı tavrımız Peygamber gibi olmalı.
Çünkü her imkân, aynı zamanda bir imtihandır.
Bir başka kapıya, bir başka mecraya açılmasıdır o imkânın.
Ve bu imkânın imtihanını, aydınlık kutbunda zehirlenen Olimpos Dağı’nın çocukları değil merhamet kutbunda yetişen Hira Dağı’nın çocukları fark etmeli, farkında olmalı.
Çünkü en çok onları alâkadar eder bu imtihan.
Hem hayatın tümü de Müslümanlar için bir imtihan değil midir?
Dahası bu hayat hâlâ devam ediyor.
Ne diyordu Ben Sweetland: “Başarı bir yolculuktur, bir varış noktası değil.”
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki ülke olarak, ümmet olarak epey kasvetli bir zaman diliminden geçtik ve geçiyoruz da…
Ne oyunlar ne komplolar gördük, enva-i türde ayak oyunlarıyla ümmetin başına ne belalar getirilmek istendi.
Bütün bunlara karşı 1 Kasım’da ortaya çıkan ve hepimizin beklentilerinin üzerinde olan oran işte Hira Dağı’nın çocuklarının kalbi duası, yakarışı idi.
Binlerce kilometre uzakta olsa da yüreği Türkiye için çarpan mazlumların gözyaşı idi.
Tartışmalara bakıyorum, herkes matematiksel hesaplarla konuşuyor.
Ne Hira Dağı’nın çocuklarını anan var ne de duaya dokunan.
Evet, kısa sürede iki farklı kutbu bir arada yaşadık.
Eldeki nimetin kıymeti bilinmezse nelere yol açabileceğinin yakıcı sonuçlarıyla yüzleştik.
Umutlarımızın zayıfladığı, soruların beynimizi kemirdiği bir hengâmede ise Hira’nın çocukları aldı inisiyatifi, duadan bir ordu olup yola çıktı.
Gerekli dersi alıp önümüze bakalım şimdi.
Sayalım ki kaybeden bizdik.
Sayalım ki korktuğumuz oldu.
Zaferi taçlandıracak olan bu korku, bu ihtimalle bakmaktır hayata.
Güç sahibi olan Allah’tır, mevki ve makam bahşeden O’dur. Bu bir.
Bir diğer mesele de şudur: Hayatlarının seyrini incelediğimizde bulduğu ilk fırsatta halka hakaret eden, değerleriyle alay eden, bu ülkeyi emperyalizmin oyuncağı ve uşağı yapmak için üzerine aldığı görevi kusursuz yerine getiren kişi ve kuruluşlar bahsi var.
Bunlara karşı ferasetle muamele etmek iktidarın boynunun borcudur.
Artık mazerete yer yok.
Dünü de bugünü de gördük.
Arada kalmanın sonuçlarını da…
Şimdi daha olgun, daha mütevazı daha ferasetli bir idare anlayışıyla Türkiye ve ümmete hizmet etme zamanıdır.
Ve herkese içinde bulunduğu koşullar ve imkânlar kadar bir imtihan sunulur.
Demem o ki, bir değişim istiyorsak, mütevazılıktan yana isek bu isteğimizi ahvalimize sindirelim.
Hem daha dün “yenildiler” diyenlerin ne kadar yanıldıkları gün gibi ortada değil mi?
Bu yanlışa düşmeden yola çıkanlara, hedef büyütenlere, yaşatmak için adım atanlara binlerce selam olsun…