Batı endeksli popüler kültür, İslâm-Müslüman algısını bozmaya dönük bir büyük saldırı idi.
Doğuya karşı Batı’yı, Hakk’a karşı bâtılı ikame etme ameliyesi idi.
100 sene boyunca bu algıyı bozmak için koşullandı kalemler, sözüm ona devrimler, modernleşme çabaları…
Doğu cephesi dört koldan istila edildi.
Mücahitlerin bileğini bükemeyenler, kavga meydanında ödleri patlayıp kaçacak delik arayanlar, çok sonra bir başka yol bularak saldırdılar.
Bize yedirilen bu popülist kültür, hepimizi ciddi manada zehirledi.
Sadece ekmeğimize, aşımıza değil suyumuza da bulaştı bu kahrolası “modernleşme” hastalığı.
Ve maalesef bu “popülerleştirilme” algısı ve operasyonu, hâlâ hızlı bir şekilde devam etmektedir.
Bu hastalık sadece Batı’ya hayranlık duyan kitleleri değil aynı zamanda dini grupları, cemaatleri, vakıfları, dernekleri, köyleri, kentleri, Kürtleri, Türkleri, Arapları, aydınları, düşünürleri, yazarları, siyasetçileri, sanatçıları, amirleri, memurları da etkisi altına almış durumda.
Koca bir coğrafyayı ateşe veren Batı, yaşam biçimini, hayata, eşyaya, insana ve Yaratan’a bakış açısını ve egemenliğini devam ettirmek üzere bir savaş taktiği olarak saldırılarını aralıksız sürdürmeye devam ediyor.
Öyle ki açgözlülük, kanaatsizlik ve zenginlikte sınırsızlık algısı, bize cenneti dünyada kurma ve görme cinneti geçirtiyor.
O nedenledir ki “daha iyi, daha büyük, daha konforlu” diye sürüklenip duruyoruz.
Lüks arabalar, villalar, köşkler, bağlar, bahçeler başını almış gidiyor.
Algıda Batılılaşmış; ancak bunun farkında olmayan Müslümanlar bile ne yaptıklarını ve neyin peşinde olduklarını bilmiyorlar.
Hayatı, evleri barkları, zevkleri eğlenceleri, bağları bahçeleri üzerine inşa edenler ne yazık ki gerçek kıbleyi çoktan kaybetmişler.
Bu durum bireyden topluma, toplumdan devlete doğru ifsat ve iflası derinleştiriyor.
Öyle ki var olmanın, kendini bulmanın, dünyaya hâkim olmanın, mutluluk ve huzuru elde etmenin yolunun teknolojik ve ekonomik yönden güçlü olmaktan geçtiğine inanılıyor.
Oysa bugün Batı’yı örnek alanlar, Batı’nın da zenginlik ve servette ün yapmış “Ad kavmini, sütunlar sahibi İrem’i, vâdide kayaları yontan Semud’u ve kazıklar sahibi Firavun”un yolundan gittiğini ve onların da sonunun böyle olacağını düşünmüyor.
Herkes hayata materyalistçe bakıyor, hayatı meta üzerinden değerlendiriyor.
Her şeyi parayla, servetle ölçüyor.
Zihinlerimiz programlanmış, gönüllerimizde bu programa uygun hayaller ve idealler büyütüyoruz.
Madem yarışta öne geçmenin yolu zenginleşmekten geçiyor, o halde kim tutar beni deyip atılıyoruz.
Kapitalizmin kucağında kıblesini şaşırmış bu ümmet, bu halde devam edemez, etmemeli!
Doğu toplumunu Batı’nın işgal sömürü ve zulmünden kurtarmanın yolu Batılılaşmakla mümkün değil.
Bu cadde sadece çıkmaz bir cadde değil, bu caddenin sonu aynı zamanda büyük bir uçurumdur!
Cennet diye bir sevdası olanlar, Batı’nın bu iğrenç, kokuşmuş kültürünü üstüne geçirerek, kalbine koyarak gerçek menzillerine ulaşamazlar.
Cenneti buraya taşıyan Batılı kültürün kuşatmasıyla esir olan gönüllerde ne sevda yeşerir ne de ebediyet fikri yer eder.
Ebu Zerleri yitik bir ümmet, Halid bin Velidleri olmayan bir kafile, sadakatte kötü bir imtihan veren topluluk, sofrası zengin ama misafiri olmayan, evi geniş ama gelen gideni bulunmayan bir kalabalık…
Kendimizin olan ama içinde kendimiz olamadığımız mekânlarda boğuluyoruz.
Ne minarelerden yükselen tevhidi haykırış yetiyor dirilmemize ne de bol sıfırlı çeklerle vaaz eden muhterem hocaların sözleri.
Dilden, mekanik bir sürtünme ile çıkan sesler bir anlama dönüşüp gönül tellerimizi titretemiyor.
Bu gidişat değil başkasını kurtarmaya, kendimiz olarak kalan taraflarımızı da kaybetmeye doğru giden bir yok oluş serüvenidir.