Dışarıdaki kültürel varlığımız denildiğinde akla hemen yurtdışındaki tarihi yapıtlar, anıtlar, mezarlıklar ve kimi önemli eşyalar geliyor. Bu başlık altında sıralayacağımız kültürel varlıklarımızın kaçıncı sırasına insanı yerleştiririz? Ya da şöyle soralım: İnsanımızı kültürel varlığımız olarak gören bir bakış açısına sahip miyiz? Kültürün taşıyıcısı ve aktarıcısı olan insanı bu kapsamda es geçer, öteler, birinci sıraya almazsak insanımızı kaybederiz.

T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın sayfasındaki bilgiden hareketle; 6 milyondan fazla Türk toplumu yurtdışında yaşıyor. Bu nüfusun yaklaşık 5,5 milyonu Batı Avrupa ülkelerinde sürekli bir ikamete sahip. Artık nesillerimiz orada doğuyor, orada eğitim alıyor ve iş hayatlarını orada sürdürüyorlar. Avrupa’ya 1960’lı yıllar ile başlayan Türk göçünün üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçti. Büyük zorluklar ve fedakârlıklarla, farklı din, dil ve kültürel doku içerisinde, kendi dillerini ve kültürlerini yaşamaya ve yaşatmaya çalışan Türk toplumu sürekli olarak yaşadıkları topluma uyum sağlamamakla, entegre olmamakla suçlandılar. Yaşadıkları ülkenin dilini bilmedikleri ile yargılandılar. Yaşadıkları topluma entegre olmadıkları söylendi; fakat kastedilen asimile olmalarıydı. Kendileri gibi düşünmeleri, kendileri gibi yaşamaları, kendileri gibi hareket etmeleri, kendileri gibi eğlenmeleri, kendileri gibi yiyip içmeleri, yani kendilerine benzemeleri arzu edildi. Bu sebeple Batı Avrupa’da istenildiği gibi farklı kültürlerin bir arada yaşama tecrübesinin oluştuğu söylenemez.

Bugün Batı Avrupa’da yaşayan, burada doğup büyüyen, eğitimlerini burada gören Türkiye kökenli vatandaşların yaşadıkları ülkenin dili ile ilgili büyük sıkıntıları yok. Fakat geldikleri ülkenin dili noktasındaki sıkıntı gittikçe büyüyor. Dil hiç kuşkusuz bir toplumun hafızasıdır. Dilin kelime ve kavramları ile düşünüyor, konuşuyor ve iletişim kuruyoruz. Bu manada dil kaybolursa, kültürü de korumak güçleşecektir. Bugün Türkçe iki kelimeyi bir araya getiremeyen, düzgün bir cümle kurmakta zorlanan; kendisini Almanca, Fransızca, İngilizce, Flemenkçe çok rahat ifade edebilen ama Türkçe ifade etmekte ve iletişim kurmakta güçlük çeken nesillerin geldiğini ifade etmeliyiz. Bu alanda çok daha ciddi adımlar atılmaz ise, dışardaki kültürel varlığımızın en önemli parçası olan insanlarımızı kaybedeceğiz.

Batı Avrupa’daki Türkiye kökenli güçlü sivil toplum kuruluşlarının Türkçe dilinin, Türk kültür, gelenek ve göreneklerinin korunması, yaşanması, yaşatılması ve taşınmasındaki gayretleri takdire şayandır. Diğer taraftan bu konuda daha çok şeylerin yapılması gerektiği de ortadadır. Türkiye, kendisinin bir parçası olan yurtdışındaki insan kaynakları ile ilişkisi çok daha kuvvetli olmalıdır. Aksi halde bilmem kaçıncı kuşaktan kökenini Türkiye’ye dayandıran; fakat ne dil, ne de kültürel olarak kendisine yakın hissedebileceği insan bulabiliriz. Bu sebeple, gelecek on yıllar iyi okunmalı, ilerde karşılaşacağımız problemlerin halli için şimdiden ciddi projeler ve çözüm yolları ortaya koymalıyız.