Yaklaşık iki ayı geride bıraktık. “Çok erken seçim kararı” diye başladığımız bir süreç, içerisine “manevi iklim” olan Ramazan-ı Şerifi de katarak işledi.
Başladığımız günden bu yana çok şey yazıldı, söylendi/yazdık, söyledik. Bugün artık siyasetçilerin meydanlarda sergilediği performanslarının karşılığını aldıkları -tabir yerindeyse- hasat günü…
Siyaset tarihin en ilginç propaganda süreçlerinden birini geride bıraktık. Bütün muhalefet adeta ağız birliği etmişçesine, “dili çürütür”cesine konuşmalara imza attılar. Birileri seçmene, “çürümenin berbat kokusu”nu “misk” gibi lanse etmeye çalıştı. Utandıran terimler, şiirler “çekici” olarak duyumsatılmaya kalkışıldı.
Hakikatler işkenceye maruz kaldı. Kendi kendisini aynı konuşma içerisinde yalanlayan sözler dinledik. İnsanların aklıyla ve hafızasıyla alay edercesine inkârlara şahit olduk. Benzemezlerin, hatta birbirine işkence edenlerin ittifaklarıyla sarsıldık, şoklara uğradık… “Yok canım! Olamaz.” dedik, ama olabildiklerini/olabileceklerini gördük.
En derin ve en kalıcı öğreticilerden biri de “şok”lardır. Bu vesileyle asla unutmayacağımız şeyler öğrendik. Yani tecrübemize tecrübe kattık aslında; her ne kadar yaralansak da incinsek de.
Geleneksel entelektüel tavrında hep iktidara karşı olmak, iktidarı eleştirmek vardır aslında. Birileri de bizden bu tavrı beklemiş olabilir. Ama şunu hemen söyleyeyim. Ben elbette hiç sorgulamadan, peşinen ve her zaman mazlumdan, ezilenden yanayım. Ama asla bölenden, teröre çanak tutandan, geriye götürmek isteyenden, durdurmak, yıkmak isteyenden yana olmayacağım.
Bu konuda lafım şunadır: Entelektüeli yanına alamayan, umut üretemeyen muhalefetin kendisini iyice bir masaya yatırması gerekir.
Seçimlere giderken kendi durduğum yeri nerede gördüm: Tam yanlışlara, yarım doğrulara ya da basmakalıp fikirlere pabuç bırakmamak için sürekli tetikte olma görevinde… E. Said’in dediği gibi, “Bu görev insanı pek sevilen biri yapmasa da ben bu görevin karmaşıklığını, insanı diri tutuşunu, insanı zenginleştirmesini seviyorum.”
Peki, muhalefeti nerede gördüm: Dilleri, George Orwell’in 1946’da yazdığı, “Siyaset ve İngiliz dili” isimli denemesinde olduğu gibi, demagojileriyle seçmeni adeta taciz ederken, bir “dil çürümesi” de yaşatıyorlardı. Yine bu siyasal dil aynı denemede ifade edilen; “Yalanları doğru, cinayetleri saygın göstermek ve içi tamamen boş sözlere doluymuş görüntüsü vermek amacıyla tasarlanmıştır.” sözünü haklı çıkaracak türdendi.
Bir şeye sırf karşı olunmak için karşı olunamaz. Bu, bu kadar basit olamaz. Yanlış dediğiniz şeyin karşına onu gerçekten yanlışlayan bir ölçü koymalısınız; üstelik aklı –yetkili beyin faaliyeti yürüten bir aklı- ikna edecek bir ölçü.
Dünyadaki gelişmişlik kriterlerini sayarken dışlanamayan şeyleri, kendi ülkesi için “geri” götürücü saikler olarak sıralayan bir muhalefet, benden bugün olduğu gibi yarında asla destek bulamayacak.
Hiç kimse kusura bakmasın, marjinal bir komünist edasıyla ve sırf karşı olmak için karşı olmak, sorgulayıcı analojik aklı tamamen devre dışı bırakmaktır.
Bu koşullarda muhalefetin yanına çağırdığı kişileri, Adorno’nun bir mülakat sırasında karşılaştığı çelişkili beyanla uyarmak isteri. Yağmur yerine doluyu vadenden bu çelişkinin sahibi şunu diyordu: “Ben Tanrı’ya inanmadığım için astrolojiye inanıyorum.” Oysa ben de diyorum ki Allah’a inandığım için astrolojiye inanmıyorum…
Astrolojik zeminde kalarak sürekli “yıldız falı” açanların “saçma”lıklarıyla da meşgul olmayacağım. Millette olmadı. Risk almadı. Yeniden Erdoğan ve Ak Parti dedi…
Muhalefetin umut vermeyen siyaseti ise kaybetti. Umarım ders alırlar; umutlu olmasam da temennim bu…