Erzurum Atatürk Üniversitesi rektör danışmanı kıymetli bilim ve dava adamı Prof. Dr. Musa Bilgiz hocanın davetiyle üniversitede iki konferans gerçekleştirdik. İletişim Fakültesi öğrencileriyle 30 yıldır peşinden koştuğum kamera maceramı paylaştım. Yaptığımız belgeseller üzerinden bir dünya ve gönül turu yapmaya çalıştım. İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Naci İspir hocamızın yakın ilgisiyle karşılaştım.
İkinci program da Atatürk Üniversitesi konferans salonunda darbeler ve medya üzerine idi. Yoğunlukla gençlerin katıldığı oturumda 1950’li yıllardan itibaren yaşadığımız dört darbe karşısında medyanın tavrını irdelemeye çalıştım. Vesayet sisteminden kurtulma arifesinde olduğumuz bu günlerde hafızaları tazelemenin anlamlı olduğunu düşünüyorum.
İletişim Fakültesi öğrencileriyle bir meslektaş olarak sohbet tarzında yaptığımız konuşmada iletişimci olmanın önemine vurgu yaptım. Kameranın nasıl bir sihirli değnek olduğunun örneklerini verdim. Gerçekten dünyanın birçok bölgesinde normal vatandaş olarak veya turist olarak göremeyeceğiniz yerleri kamera sayesinde gördüm. Gençlere bunun örneklerini verdim:
Kamera elimizde Berlin’in sokaklarında çekimler yapıyoruz. Berlin’in en yüksek binalarından birinin önüne geldik ve binanın tepesinden çekim yapmak istediğimizi görevlilere ifade ettik. 5 dakika sonra yanımızda bir görevli ile binanın tepesine çıktık. Elimizde kamera olmasa binanın tepesine çıkmak istediğimizi ifade etsek ne yaparlardı? Hemen bir polis çağırıp bizi sorgulatırlardı. İşte iletişimci olmak, belgeselci olmak böyle bir şey. Yine bu güzel meslek sayesinde Güney Amerika’da Şili’den, Moğolistan’da Türklerin Ata yurdu, Altay Dağlarında konakladığımı anlattım.
İletişim mesleğinin bir tarafıyla sanat diğer tarafıyla zanaat olduğunu belirttim. TRT’de kamera asistanı olarak işe başladığım zaman yaklaşık 10 kilo ağırlığında kamera sehpasını sırtlayıp dağ taş dolaşırken önce çok zoruma gitmişti. İletişim Fakültesi’ni büyük yönetmen-yapımcı olmak hayaliyle bitir, sonra gel dağlarda bir sürü yükün hamallığını yap. Ancak yıllar geçince anladım ki zahmetsiz rahmet olmuyor. Bir işin çilesini çekmiyorsanız safasını süremezsiniz.
Bizim işimiz iki taraflı: Bir tarafında teori var diğer tarafında pratik. Sadece teoriyle yetinirseniz sadece kitaplar arasında kalırsınız. Oysa bizim işimizde sahaya inmezseniz, kamerayı sırtlanmaz, montajın başına oturmazsanız bu işi yapamazsınız. O yüzden teoriyle pratiği desteklemeniz gerekir. Özellikle yeni teknolojileri takip etmelisiniz. Dijital teknolojiye ayak uydurmazsanız cahil kalırsınız. Dijital teknolojiye en açık alanın iletişim sektörü olduğunu unutmamalısınız.
Genç arkadaşlarıma bu işin hacet-i asliye olmadığını hatırlattım. Şu örneği verdim ‘’Erzurum’un meşhur cağ kebabını yemek temel ihtiyaç, ancak kadayıf dolmasını yemek ihtiyaç üstü bir durum.’’ O nedenle iletişim sektörü zor bir alan, klasik sektörlere benzemez. Bu sektörde çalışanların daha çok şey bilmeleri gerekir. Küresel dünyada bir iletişimcinin en az iki dil bilmesi gerektiğini ifade ettim. Bunlardan birisi dünya dili İngilizce, ikincisi medeniyetimizin dili Arapça. Tabii ki önce kendi dilimiz Türkçeyi bir edebiyatçı kadar bilmeliyiz. Metin yazmak, senaryo yazmak için kendi dilinize hakim olmalısınız.
İnşallah nasip olursa ikinci toplantıyı da gelecek yazıda özetlemek istiyorum. Ülkemizde darbeler ve medya ilişkisinin inişli çıkışlı dramatik bir serüveni var…