Çok insan demek çok dert demekti diye inandım hep. Belki de bu sebeple bilmeden öğrendim bir sırrı. Kalabalıklar içinde yalnız kalmak gerekti. İnsanlar acı veriyor ve acımıyorlardı. Belki de onun için kitapları sevdim. Bilmiyorum, bilemiyorum ve hatta bilmek de istemiyorum. Zira bilmek de acı veriyor kâri. Kitaplarda bir dünya bulmuş, orada kendime bir saltanat kurmuş insanlar gördüm. Yalnızca onlara benzemeye çalıştım belki de. Ya da onların kelimelerle kurdukları dünyaları gördükçe benim de olmalı dedim, benim de kelimelerle sırlanmış bir dünyam olmalı dedim. Onun içindir ki derdimi, hüznümü kelimelerle anlattım. Acıyı ben çektim ama kelimeleri ağlattım. Olduğumu değil de olmak istediklerimi yazdım. Belki de karşılaşsak bir yerlerde yazdıklarım gibi konuşamazdım seninle.  Çünkü yazarken ağlayabiliyordu insan ama kelam ederken o yıkılası gururu vardı. Onun için belki de yazdıklarım gözyaşı kokardı. En azından bu kokuyu alabilenler vardı. Ya da öyle olmasını murad eder buna dua ederdim ben. Zira her kâtibin sinesini delen dermansız bir derdi vardı.

Derdin varsa sen de yazardın. Kim olsa yazardı. Ben sadece derdimi anlattım da dinledin ya hani sen işte onun için sevdi beni kelimeler. Ben onları sevdim, kitapları sevdim yazmayı sevdim. Lakin sana bir sır vereyim kâri; hayatımda tek bir kere gurur duydum kendimle. Yalnızca bir kere ve tek bir kişinin elinde gördüm diye kitabımı “oldu” dedim, “maksat hâsıl oldu.” Dedemin ellerinde benim yazdığım belki kıymetsiz, belki manasız ve belki de kimilerine göre kıyl ü kal denecek o kitabımı gördüğüm vakit. O fotoğrafı gördüğüm vakit. İşte o vakit bir muştu düştü avuçlarıma. İşte ben o zaman torun olabildiğimi anladım. Kendimle en ziyade gurur duyduğum tek fotoğraf karesidir o. İşte o fotoğrafı gördüğüm an ölümün öldüğünü anladım. Zira dedemin avuçlarında tuttuğu bütün bir ömrümdü benim.

Dedemle ilgili hiçbir şey yazmadım sana şimdiye kadar. Belki gerek duymadım, belki de utandım. Ya da ne bileyim hiç gelmedi aklıma, mahcubum. Ama güzel adamdı dedem, hoş adamdı, bembeyaz sakalları vardı. Sakallarını tarardı, yeleğinin yan cebine köstekli bir saat takardı, namaz kılardı, ilahi söylerdi ağlardı. Korkardım ya geceleri, çocuktum, dua okur başımı okşardı. Kimseyi benzetemezdim ona. Herkesi ona benzetirdim. Her yazdığım kitapta, her hikâyede ondan bir parça vardı. Beyaz sakallı her adam dedemdi, her hikâyemde dua edenler dedem gibi ederdi. Bilemezdin elbette. Nereden bileceksin? Sen beni yazar sanırdın. Ama ben evvela torun olmaklığımla gurur duyardım.

Sonra bir gün gitti dedem. Hani herkesin gideceği o yere. Şairin dediği gibi gitti: “Yıkadılar, aldılar götürdüler.” Oysa hep kendi abdest alırdı hem de ne güzel alırdı o. İbrikten su dökerdim eline, sonra mezarına döktüm. O bana dua ederdi hep, sonra ben dua ettim ona toprak rengi bir yığının başında. İtiraf edeyim kâri; hiç ölü görmemiştim ben. Ölümden sakınmış hatta belki saklanmıştım. Ama dedesinden saklanmazdı ki torunu, sakınamazdı ki. O yeşil örtülü tahtadan salın içinde de beyazdı, bembeyazdı. Temmuz sıcağı vardı ama inan ki gönlüm ayazdı. Ve topraktan bir odanın içine beyaz entarisiyle bıraktık geldik dedemi. Kendimden en çok o zaman utandım.

Sana bunları yazmayacaktım, belki de yazmamalıydım bilmiyorum. Ama ben duvarında dedemin elinde benim yazdığım kitabı tuttuğu bir resmin olduğu odama her girdiğimde içimde yazmak arzusu var. Zira bilir misin ya da söyledim mi sana ben yazarak ağlıyorum. Ama halen dahi hayattaysa deden benim için de öp ellerinden. Başını ağrıttım kendi derdimle. Helal et hakkını ve dua et kâri, dua et ki o tenha köşede bir başına bıraktım diye affetsin dedem beni.

Ellerinden son bir kez öpebilseydim, öpebilseydim de bütün bir gençliğimi oracığa gömseydim.

Güçsüzüm, takatsizim… Şükür ki dua var…