Medeniyetin ve tarihin şahidi beldeler

Saraybosna’yı yukarıdan gören bir tepeye çıktık ve güneşin batışını oradan seyrediyoruz. Sonra herkesin yaptığı gibi biz de Başçarşı’ya dönüyoruz. Bu defa akşam namazını Gazi Hüsrev Bey Camiinde kılıyoruz. İyi bir cemaat var. Bizim gibi turistlerin sayısı da fazla. Namaz çıkışı siyah sakallı arkadaşımı İranlı sanan hoca hal hatır sorarken Türk olduğumuzu öğrenince Türkçe konuşuyor. Liseyi Eyüp İmam Hatip’te okuduğunu ifade ediyor. Camiin bahçesinde Gazi Hüsrev Bey’in türbesi ve başka mezarlarda bulunuyor.

Başçarşı’nın iç taraflarında tarihî bir medreseyi andıran bir mekânda kahve içmeye gidiyoruz. İçerisi çok kalabalık. Gruplar halinde gençler sohbet ediyorlar. Biz de bir köşeye oturup kahve siparişi veriyoruz. Bosna’da kahvenin yanında şeker geliyor. Sadece burada kahve şekerle içiliyor. Biraz bizim Erzurum’da çayı kıtlama şekerle içmek gibi bir şey. Bilmem biliyor musunuz, 1700’lü yıllarda Almanya’nın Würzburg şehrinden kahve yapımını öğrenmeye Saraybosna’ya adamlar gönderiliyor. Şaşırdınız tabii… Hemen ön yargılı olmayın; hikâyeyi anlatacağım.

Almanya’da Türk İzleri belgeselini çekerken Würzburg’a gidiyoruz. Belgeselin danışmanı tarihçi Dr. Lâtif Çelik yıllardır bu şehirde oturuyor. Lâtif hoca Almanya’daki Türk tarihini en iyi bilenlerden biri. Lâtif Çelik anlatıyor:

1683 yılında ikinci Viyana kuşatmasında bir rivayette 40 bin, bir rivayette 80 bin Türk esir düşüyor. Bunlardan büyük çoğunluğu Almanya içlerine dağıtılıyor. O zaman Türk esiri bulundurmak Avrupalılar için prestij meselesi. Mehmet Ali Paşa’nın içinde bulunduğu bir kısım esirler de Würzburg’a getiriliyor. Würzburg şaraplarıyla meşhur bir şehir. Şehrin yöneticisine diyorlar ki: “Türk esirlerin olduğu yerden kötü kokular geliyor.” Yönetici de esirleri kontrol etmek üzere bölgeye geliyor. “Bu koku nedir?” diye soruyor. M. Ali Paşa “Bu bizim içkimiz kahve” diyor. Yönetici kahveyi tatmak istiyor. M. Ali Paşa kahve yapıyor, ancak yönetici beğenmiyor. Sonra içine şeker katarak tekrar ikramda bulunuyor. Bu defa kahve beğeniliyor. Kahve şehirde yaygınlaşmaya başlıyor. Ancak şarap üreticileri isyan ediyor, “Türk içkisi şarabın yerine geçecek” diye. Daha sonra şehrin yöneticisi M. Ali Paşa’ya çarşıda bir dükkân yeri veriyor. Bugün aynı yerde gene bir Türk lokanta ve kahvesi var. Sonra kahve yapacak usta bulamayınca Saraybosna’ya kahve yapımını öğrenmek üzere insanlar gönderiliyor.

MOSTAR

Ertesi gün Mostar’a gidiyoruz. Derin yeşil vadilerden geçiyoruz. Mostar’ı gezmeden önce bölgenin manevi önderi Sarı Saltuk’a, Blagay Tekkesine gidiyoruz. Tekke Mostar’a 15 km mesafede. Buna Nehrinin doğduğu yerde. Büyük bir kayalığın üzerine kurulmuş Osmanlı konağı tarzında bir mekân. Buraya tekke yapmak fikri müthiş bir estetik zevke ve ruha sahip olmayı gerektirir. Burada Osmanlı alperenlerinden Sarı Saltuk ve Aşık Paşa’nın mezarları var. İşin manevî yönü bir tarafa bırakılsa bile bu vadi insana büyük bir huzur veriyor. Bir de buradaki manevî huzur nurun alâ nur.

Tekkeden ayrılıyor, Mostar’a varıyoruz. İkindi suları Mostar bir başka güzel gözüküyor. Zamanımız dar. Akşama Saraybosna’ya döneceğiz. Derin bir vadide kurulmuş Mostar’ın gerdanlığı Mostar Köprüsü tarih ve medeniyet nöbeti tutmayı sürdürüyor. Adeta bombalarla un ufak olmuş tozlarından yeniden diriliyor. Bosna savaşı sırasında önce Sırplar sonra Hırvatlar tarafından bombalanarak yok edilmiş. Sadece bir tarihî eser yok edilmemiş, bir dostluk ve işbirliği köprüsü de yok edilmiş. Savaştan sonra TİKA, UNESCO ve Dünya Bankasının işbirliğiyle aslına uygun olarak yeniden yapıldı. Biz oradayken köprünün yapımı tamamlanmış, açılış için hazırlıklar yapılıyordu. Bu tarihî köprü 1566 yılında Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından Neretva Nehrinin üzerine kurulmuş.

Mostar Köprüsünün iki yakasında da taş ve ahşaptan tarihî binalar var. Dar alanda iç içe geçmiş binalar uzaktan bakınca güzel tablo oluşturuyor. Nehrin iki yakasında hediyelik eşya satan dükkânlar ve kahveler var. Akşam üstü nehir manzaralı bir kahvede Boşnak kahvesi içip sohbet etmek bütün günün yorgunluğunu alır. Tarihî siluet Koski Mehmet Paşa Camii, Karagöz Bey Camii ile tamamlanıyor. Makedonların Üsküp’te Osmanlı karşısındaki ezikliklerini bastırmak için diktikleri haçın benzerini Hırvatlar Mostar’da dikmişler. Bu iki haç da muhteşem eserler karşısında cılız ve zayıf kalıyor. Adeta herkesin zarif kıyafetlerle dolaştığı bir mekânda üryan dolaşmak gibi bir şey. İnat uğruna bu güzelim şehirlerin görünümünü bozmamak lâzım.

YILLAR SONRA YENİDEN SARAYBOSNA’DA OLMAK

Birinci ziyaretten uzun yıllar sonra İstanbul Ticaret Odasının organizasyonuyla tekrar Saraybosna’ya gidiyorum. Ticaret Üniversitesi ile Uluslararası Saraybosna Üniversitesi ve Esnaf ve Sanatkârlar Derneği organizasyonunda “Balkanlarda Ahîlik Sempozyumu” yapılacak. Benim de Ahîlik konusuna ilgimi bilen hocalarım benim de orada bir konuşma yapmamı istiyorlar.

Kalabalık bir işadamı ve akademik heyetle Saraybosna’ya vardık. Gazi Hüsrev Camiinin arkasında bir otele yerleştikten sonra rehber eşliğinde Saraybosna’yı geziyoruz. Rehberimiz hukuk mezunu bir Boşnak hanımefendisi. Kendi alanında iş olmadığı için bu işi yaptığını söylüyor. Şehirde birçok eğitimli insanın da işsiz olduğunu vurguluyor. İlk iş Başçarşı ve etrafındaki tarihî eserler. Çarşıdan kiliseye kadar yürüyoruz. Sırp Ortodoks katedrali adeta tarihî İslâm eserlerinin bitiş noktası gibi. Daha fazla ileri gitmiyor, geri dönüyoruz. Gazi Hüsrev Bey Camiinin yanından geçerken rehberimiz saat kulesinin arkasında ki sokakta bir yapıyı işaret ediyor ve ekliyor: “Burası dünyanın en eski halka açık tuvaleti.” Hâlâ bu işlevini sürdürüyor.

Çarşıda yürüyoruz ve rehberimiz anlatıyor. Saraybosna eski bir şehir olmakla beraber Osmanlı döneminde gerçek kimliğini bulmuş. Saraybosna ismi de Osmanlılar tarafından verilmiş. Bu dönemde burası bir barış ve hoşgörü şehri imiş. Müslüman’ı, Hıristiyan’ı, Yahudi’si bir arada barış içinde yaşarmış. Osmanlı’nın olduğu her yerde durum aynı; ancak Saraybosna’da daha belirginmiş. Saraybosna Nehrine yaklaştığımız sırada, rehberimiz bu nehir kenarından Avusturya Macaristan Prensi geçerken bir Sırp’ın ateş etmesi sonucu Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini söylüyor. Saraybosna Nehri karşısında üzerinde “İnat Evi” yazan bir bina var. Burası evi belediye tarafından istimlâk edilen inatçı bir adamın, evinin aynısının nehrin karşısına yapılmasını istemesi sonucu yapılmış.

Nehrin kenarında büyük, görkemli bir bina var. Burası Saraybosna Kütüphanesi; daha önce geldiğimizde harabe duruyordu. Sırplar savaş sırasında insanların yanı sıra tarihin izlerini de yok etmek için ellerinden geleni yapmışlar. Tarihî kütüphane de bundan nasibini almış. Bu defa binayı tamir edilmiş bulduk. Ancak boş duruyor. İnşaallah bir an önce eski işlevine kavuşur.

Kütüphanenin önünden arabalara biniyoruz. Aliya İzzetbegoviç’in mezarını ziyarete gidiyoruz. Yüksek tepede bir anıt mezar beklerken halk mezarlığı içinde mütevazı bir kubbeyle işaretlenmiş bir mezarla karşılaşıyoruz. Mezarlıkta bulunan bütün mezar taşları beyaz ve uzun. Mezar taşları akşam güneşinde Bosna insanı gibi ayakta canlı duruyormuş intibaı veriyor. Mezarlığın yanında Aliya’nın eşyalarının sergilendiği bir müze var. Müze de Aliya’nın şahsî eşyalarının yanı sıra savaş döneminde kullanılan eşyalar ve resmî görüşmelerin fotoğrafları da bulunuyor.

Akşam otele dönüyoruz. Yatsı namazını Gazi Hüsrev Bey Camiinde kılmak üzere otelden ayrılıyorum. Başçarşı’da büyük bir kalabalık camiin karşısındaki binaya giriyor. Merak ediyor, soruyorum: “Burası nedir? Burada ne programı var?” Kapıdaki görevliler burasının İmam Hatip Okulu olduğunu söylüyorlar ve o gün müftülüğün kuruluş yıldönümü nedeniyle bir program olduğunu ifade ediyorlar. Bizim de katılabileceğimizi belirtiyorlar. Önce gitmek istiyoruz. Ancak avludan salonun kapısına gelince vazgeçiyoruz. Burada öğrencilerin yatılı okuduğu için bir de yurt bulunuyor.

BAŞÇARŞI’DA GECE

Gece uykum kaçıyor. Sabah namazının vakti yakındır herhalde diyerek üzerimi giyinip otelin lobisine iniyorum. Fakat dışarıda yağmur yağıyor. Resepsiyon görevlisinden bir şemsiye istiyorum. Sonra ince yağan yağmurun eşliğinde Başçarşı’ya geliyorum. Çarşıda hiç kimse yok. Loş ışıklar altında ıslak kaldırımlar üzerinde tarihî sebile doğru ilerliyorum. Bir taraftan kafamda karışık duygular. Ancak bu yürüyüş hoşuma gidiyor. Sebile vardıktan sonra tekrar geri dönüyorum. Gazi Hüsrev Bey Camiinin avlusunda bulunan türbelere Fatihalar okuyorum. Bir müddet sonra türbenin yanındaki bir binadan çıkan genç adam camiin dış avlusunda ezan okuyor. Daha sonra camii açıyor. Camie yavaş yavaş genç adamlar gelmeye başlıyor. Bu gençler akşam gördüğüm yurdun yatılı öğrencileri. Aklıma İmam Hatip yıllarım geliyor. Yurtta kalıyordum. Sabah namazını yurdun mescidinde cemaatle kılar, sonra ders çalışmak üzere mütalâaya giderdik.

Gün içinde Uluslararası Saraybosna Üniversitesine konferansa gidiyoruz. Benim konuşmam selâmlama ve protokol kabilinden. Salona giriyoruz, ancak katılım oldukça az. Güzel konuşmalar yapılıyor. Fakat muhatap öğrenciler yok. Bu durum beni üzüyor. Kilometrelerce uzaktan gelmiş bu kadar bilim adamını dinlemeye bu kadar az insan gelmesinin bir organizasyon hatası olduğunu düşünüyorum.

Artık dönüş vakti geldi. Ayrılmadan önce havaalanı yolu üzerindeki Tünel Müzeyi de görmek istiyoruz. Tünel dikkat çekmesin diye bir evin yanından girilerek açılmış. Tünele girmeden kısa bir bilgilendirme yapılıyor. Tünel yaklaşık bir kilometre uzunluğunda. Gönüllüler tarafından yapılmış. Savaş sırasında ilâç ve yiyecek taşımında kullanılmış. Sonra müzeyi geziyoruz. Savaş sırasında kullanılan silâh ve eşyaların yanı sıra tünel kazısında kullanılan malzemeler sergileniyor. Tünelin sadece bir kısmı ziyaretçilere açık.

Tünelden ayrılıyor, havaalanına doğru ilerliyoruz. Kendimi yorgun hissediyorum. Daha doğrusu kafam yorgun. Aldığım bilgiler çok fazla gel-gitlere sebep oldu. Bu güzel coğrafyada çok şık ve zarif eserler bırakan ecdada rahmet olsun. Osmanlı’nın nasıl devlet olduğunu anlamak için Saraybosna’yı, Mostar’ı mutlaka görmek gerek.