Bir hayalim var kâri. Her dinleyene ve dileyene anlatmak istediğim lakin lisanımın hakkını veremediği bir hayalim. Kırık, dökük ve çoğu vakit yarım cümlelerim. Ne zaman aklıma bir hikâye düşse ya da kendimi hayal etsem, bir eski zaman şehrinin sokaklarında buluyorum gözlerimi. Ya bir sahaf dükkânında ya bir çay ocağında ya bir gönül dergâhında. Ama hep eskide… Bilmiyorum nedenini. Ama hissediyorum. Ve hissetmek bilmekten çok başka geliyor bana, bambaşka geliyor.

Biz mazisine küstürülmüş çocuklarız kâri.  Yani ki yetim bırakılmış, parmakları kırılmış, lisanı susturulmuş çocuklarız. Ağaçların bile kökleri dururken biz köklerine kezzap dökülmüş çocuklarız. Unutmak değil bu. Zira insan bildiğini unutur. Biz konuşmayı öğrenmeden susturulmuş çocuklarız. İşte belki de bu yüzden ezber ettiklerim hiç girmedi benim gönlüme. Ezber ettirdikleri gözümde kaldı, sakıt kaldı. Yarım… Bilmem ki bu eskiye sevdam bu sebepten mi düşmüştür zihnimin dehlizlerine? Bilmiyorum. Ama her ne varsa eskide gönlümün derununda hep onları buluyorum. Bedenim şimdiyi istese de gönlüm maziye hayran duruyor.

Bedenim ve bedenimle ilgili bütün duygular bu zamanda yaşamak istiyor mesela. Lakin zihnim ve gönlüm bu asırda yaşamayı reddediyor. Sanki bir kafese ama hiç bilmediği, görmediği bir kafese hapsedilmiş gibi gönlüm. Uçamıyor o kafesin içinde, kanatlarını dahi açamıyor. Şimdiki zaman dediğim her nasıl olursa olsun benim hercai gönlüm için zindandan daha beter geliyor, zira dilemiyor burada olmayı, bu vakitte yaşamayı istemiyor ve belki de daha doğrusu yaşayamıyor. Hep eksik kalıyor bir şeyler, hep noksan, hep yarım; gönlümün istediğini bedenim yapmıyor, bedenimin istediğine gönlüm razı değil… İnsanın kendinden dahi razı olması gerekir bence. Gönlünün bedenine rıza göstermesi gerekir. Rıza meselesi uzun mesele kâri. Geçelim…

Kanaatimce ruh yahut gönül gömleğim en azından birkaç kalıp büyük geliyor bedenime. Zira gönlüm maziyi, eskiyi; bedenim bu günü, şimdiyi istiyor. Yalnızca benim için değil herkes için böyle esasında. Ya da öyle olmalı diye vehmediyorum. Ne vakit dilime sessiz hayaller düşse zihnim eski bir vaktin şiirini terennüm ediyorum. Dar sokaklardan genişçe bir avluya çıkıyor ruhum. Bir dergâhın eşiğinde baş kesip selamlıyorum dervişleri, çayımı boğazda piyade kayıklarını seyrederken yudumluyorum, arabaların değil de atların ve insanların yürüdüğü yollarda yürüyorum. Görüyorum kâri; mazi tam, şimdi yarım.

Mazi dediğim ruhuma kanat veriyor, ayaklarım yere değmiyor hiç. Zira beden fani, gönül baki… Ve ben sığdıramıyorum hayalimi bu suretler çağına. Zannediyorum bu asrın ismi beden, mazinin ismi gönül. Zannediyorum ki hep hayalde yaşamış evvel zaman insanları, bizler ise yani ki bu asırda dünyaya gelme gafletini gösterenler hayal etmeyi dahi beceremiyoruz. Yahut bir habis el bizden almış hayal etme istidadımızı. Dedim ya bizler mazisine küstürülmüş çocuklarız. Yetim, yarım, eksik; lâl, âmâ, aksak…

Mazide olan her şey güzel değil belki ama güzel olan her şey mazide kalmış gibi geliyor bana. Öyle diyor ve öyle inanıyorum. Ve çoğu zaman yetiyor inanmak…

Ve ben zannediyorum ki şimdi yaşadığımız sıkıntıların pek çoğuna da sebep budur; mazimizi, yaşadıklarımızı, anlayamamamız, anlatamamamız ve ders alamamamız ondan…