Ne çok ses var kulaklarımda, dudaklarımda ne çok yarım kalmış cümle ve ne çok yüz zihnimde yarım yarım hatırladığım… Oysa ben bütün dünyadan kaçıp, yaşamaktan ve yaşlanmaktan belki de firara kalkışıp, kimselerin olmadığı, kulaklarımın bunca sesle dolmadığı, sözlerimin dilimin ucuna gelip de kalmadığı bir yerde olmayı dilemiştim hep. Misal ki dağ başında sessiz, ıssız ve hatta kimsesiz bir evde yahut bir barakada olsa bile elimde bir kitapla yağmur yağarken bir bardak demli çaya bütün bir ömrü gömüp de okumak isterdim. Yalnızca kitapları değil, kendimi de okumak isterdim. Sen sanma ki yalnızca kitaptır okunan. Bir insanı dahi okur gönül lisanını bilenler. Lakin gücüm yok, o bir makam ve ben bir garip o yolda yürüyen değil ancak sürünen. Oysa işte hep hayalimde derdini, kederini, hasretini, acısını bile susarak anlatan adamlardı okuyan adamlar. Çok sonraları anladım onların bütün bir acıdan kaçıp da kitaba saklanmadığını, çok sonraları anladım en büyük acıların susarak anlatıldığını. Ve anladım, güzel insanlardır susanlar.
Bazılarına dünya ağır geliyor kâri. Dünyanın yükünü çekmeye yetmiyor bazılarının gücü. Sen de ki “Kolayına kaçıyorsun, pes ediyorsun” ya da bir beyhude uğraş say bunu. Lakin ben biliyorum ki bir kişi dahi olsa sesimi duyuyor ve yazdıklarımı okuyorsa derdim gönlümde kalmamış, sırrım sır olmamıştır. İşte onun için belki dünyanın yükünden, gerçeğin bu denli ıstırabından kaçıp hayale sığınıyorum ama oraya da sığamıyorum.
Bazı vakitler çok eski bir dergâhın avlusunda tek başıma otururken buluyorum kendimi. Bir başıma çayımı yudumluyor, hayallerimi dile dökemesem de zihnimden belki de kendi kendime anlatıyorum. Zira çaya şeker yerine hayalimi katıyorum ve belki de onun için çok fazla seviyorum bir bardak demli çayı diğer pek çok şeyden. İnsan bir dost bulamazsa derdini anlayacak dünyada yaşamış olmuyor ama yaşlanıyor. Sessiz yaşıyor yani kimsesiz… Onun için belki de “Çay yalnız içilir” diyor eskiler, yollar yalnız geçilir…
İşte dergâha giden yolda attığım her adımda bile ayağımın değdiği taşları dinlemeye gayret ediyorum. Dervişlerin “hû”larını duymaya çalışıyorum. Hep şu geliyor hatırıma tarihi bir mekânda gezinirken; acaba benim bu ayaklarımı bastığım yerlere asırlar evvel kimlerin izleri düştü? Hayran olduğum, hayalini kurduğum, büyülenmiş okuduğum onca isimden biri de buraları adımlamış mıdır ki diye geçiyor içimden ve şaşıyorum, ne edeceğimi bilemiyorum.
Biz hayallerimizi yitiriyoruz kâri, büyüyoruz yani ve biz büyüdükçe inan ki hayallerimiz büyümüyor. Bilakis ufalıyor, yok oluyor, unutuluyor. Biz büyüdükçe dünya küçülüyor sanki mana bozuluyor, biz alışıyoruz; yaşamaya alışıyoruz, yaşlanmaya alışıyoruz ve unutuyoruz her şeyi. Ve dünyayı insanlar değil hayaller yönetiyor. Anlıyorsun değil mi? Hayalin kadarsın.
Hayal ne güzel şeydir kâri! Yalnız bırakmıyor insanı, herkes gitse de o gitmiyor. Ve hayal etmeyen insan farz et ki yaşamıyor… Ve hem sen de bilirsin bir bardak demli çaya ne çok hayal sığar? Bu anlattıklarım işte o bir bardak çayda bulduklarımdır…
Biz gibiler hayalini katar demli çayına…