Zaman zaman uykuya geçer gibi olsa da Avrupa’da varlığını hiç kaybetmeyen tehlikeli bir ırkçı damar söz konusudur; I. Dünya Savaşı’nda da dört hanedanı yıkacak güce eriştiği günlerden beri.

Âdeta kendini ortaya atmak için her defasında bir direnç bekleyen bu ırkçı damar, son yıllarda kendisini büyütecek enerji kaynağı olarak Türkiye karşıtlığını seçmiş, onu da Sayın Erdoğan ile sembolize etmiştir.

Avrupa’da Almanya, Fransa, Hollanda başta olmak üzere pek çok ülkede bütün seçimlerin “ötekisi” Türkiye ve Erdoğan’dır artık.

Kitleleri coşturmanın, duygu yelkenlerine rüzgâr sağlamanın en önemli kaynaklarından biri de yine Türkiye ve Sayın Erdoğan ile özdeşleştirilen İslâm karşıtlığıdır.

Öyle anlaşılıyor ki geçmişte Almanya ve İtalya ile sembolize olan “faşizm” damarı da kendisine yeni bir direnç olarak Gazze’de yaşananlar üzerinden gelişen İsrail seviciliğini ve antisemitizmle mücadeleyi seçti.

Bu ırkçı-fasit bakış öylesine körleşmiş ki binlerce masum çocuk, kadın, yaşlı Filistinlinin hunharca katledilişi için tek bir cümleyi bile reva görmezken bütün desteğini zalim İsrail’e vermekten imtina etmiyor.

Avrupa’da aşırı-sağın artık sembol hâline gelen isimleri de var ve bunlar, buldukları İslâm karşıtı hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar.

Ve ne gariptir ki son yıllarda artan bir oy potansiyelleri de var.

Fransa’da Le Pen ırkçı tutumuyla iktidarı zorlarken son seçimlerde Hollanda’da da önemli bir başarı sağlayan Geert Wilders’i de hep sahnede görüyoruz.

Sayın Erdoğan’ın, yüzlerine bakarak “Biz Holokost cenderesinden geçmedik.” dediği Almanya’yı, hatırlatmaya bile gerek yok sanırım.

Avrupa’nın Kur’an-ı Kerim yakma eylemlerindeki tutumları, demokrasi konusundaki ikircikli tavırları, kendilerinden başkasına reva görmedikleri medeniyetleriyle Batı, gerçek anlamda bir içe kapanma yaşıyor.

Bu içe kapanmanın en belirgin hâli de işte bu ırkçı-faşist semptomlardır.

Aşırı-sağ ya da faşizm, gerçek bir korkunun ve zayıflamanın en güçlü işaretidir zira.

Avrupa eğer bu hastalığını tedavi edemez ise dışarıdan hiçbir kuvvete gerek olmadan kendi kendini yemiş olacak.

Oysa faşizmin ne kadar öldürücü bir hastalık olduğunu en iyi bilen de Avrupa’dır yine.

Faşizm, ırkçı egoları öylesine etkisi altına alarak büyüler ki hastalığa düçar ettiklerinin kendilerini görmelerini bile engeller.

Bu vesileyle Avrupalı ırkçıların bir başka maluliyeti de miyopluktur.

Ayakları yerden kesilmiş ama hastalıklı ve miyop bir Avrupa’da da bu hastalığı görüp teşhis eden vicdanlı ve ferasetliler olmasına rağmen yansıyan fotoğraf çok endişe vericidir.

Faşizm, iradeli liderlik sorunları da yaşayan Avrupa’da kendine uygun bir rüzgâr yakaladığında yeniden irrasyonel bir travmaya düçar olma riskiyle de karşı karşıyadır.

Sadece on yıl gibi bir sürede Almanya’nın nasıl bir Hitler meydana getirdiği, büyük bir hakikat olarak orada duruyor.

Avrupa’nın tez zamanda bu basiretsiz ve hastalıklı durumdan kendini kurtarması her şeye rağmen bizim için de bir kazanç olacaktır.

“Aklın, vicdanın, adaletin işlediği yerde, kaybeden yoktur!” hakikati de buna işaret eder…