Bir zamanlar Paris kültürün, sanatın, edebiyatın, modanın merkezi idi. Çağdaş olmanın en önemli göstergelerinden birisi Paris’te yaşamış olmaktan geçerdi. Paris görmüşlerin yürüyüşleri diğerlerinden farklı olurdu. Konuşmaya “Ben Paris’teyken” diye başlanır, arkasından Frenk dünyasının nimetleri saymakla bitirilemezdi. Şehirlere “Doğunun Paris’i” adı verilir, Eyfel Kulesi’nin taklitleri meydanları süslerdi. Paris rüzgârı sadece bizde değil, dünyanın her yerinde eserdi.
Bizim Fransızlara ve Paris’e olan sevdamız hep karşılıksız kalmış, platonik bir aşk olmaktan öteye gidememiştir. Tarih boyunca Fransızlara hep iyilik etmişiz; hattâ krallarını bile düşmanlarından korumuşuz. Bununla da yetinmemiş, daha sonra başımıza belâ olacak kapitülasyonları bir ayrıcalık olarak Fransızların hizmetine sunmuşuz. Onlar da bu imkânlardan sonuna kadar faydalanmış, fırsat bulunca yanlış yapmaktan geri durmamışlar. Bir türlü dost olamamış, bizimle ilgili her sıkıntının gizli veya açık merkezi olmayı kendilerine misyon edinmişlerdir. Peki bu durum bugün değişti mi? Maalesef hayır.
Fransız İhtilâli’nden 1950’li yıllara kadar yaklaşık 250 yıl Türk münevverlerinin gözü hep Paris’te oldu. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Paris’te tahsil yapmak Türk gençlerinin idealiydi. Namık Kemal’den Yahya Kemal’e, Necip Fazıl’a kadar birçok yazar ve düşünürümüz Fransa’da eğitim aldı. Jön Türklere ve İttihat Terakki’ye de mekân ve fikir bağlamında ev sahipliği yaptı Paris.
Bugün hâlâ edebiyattan sanata, felsefeye kadar birçok disiplinde Fransızların etkisini görebiliyoruz. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında en çok bilinen yabancı dil Fransızcaydı. En çok Fransız yazarların kitapları Türkçeye tercüme edildi. Birçok yazarımız Paris hatıralarını yazdı. Kısacası toplumun “sosyetesinde” Fransız gibi giyilir, yenilir, Fransız gibi düşünülürdü.
1950’li yıllardan itibaren ilgimiz Amerika ve İngiltere eksenli olmaya başladı. Amerika’nın dünyada artan gücü İngilizcenin dünya dili haline gelmesi bizim de yönümüzü o tarafa çevirdi. Fransızların etkisi devam etse de göreceli olarak azaldı. Artık çok az okulda yabancı dil olarak Fransızca okutuluyor. Genellikle İngilizcenin yanında ikinci yabancı dil olarak tercih ediliyor. Tabii Galatasaray Lisesi gibi az sayıda kaliteli Fransız okulu hâlâ iddiasını ve havasını sürdürüyor.
Aslında bir gezi yazısı yazmayı düşünürken her nedense birazcık tarihe atıf yapma ihtiyacı duydum. Yüzyıllara dayanan ilişkiler için anlatılacak çok şey var.
Paris’e birkaç kez gitme fırsatı buldum. Hepimizin olduğu gibi benim de Paris’e gitmeden önce hakkında bildiğim birçok şey vardı. Bunda ortaokul, lise ve üniversitede on bir yıl okuyup doğru dürüst öğrenemediğim Fransızcanın etkisinin de büyük olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlamayın, Fransızcayı suçlamıyorum. Bizde dil öğretiyorum diye uygulanan metoda dikkat çekmek istiyorum. Fransızca ders kitaplarında Paris’in önemli yerlerini ezberlemiştik. Eyfel Kulesi, Sen Nehri, Notre Dame Katedrali, Louvre Sarayı, Lüksemburg Bahçeleri, Versay Sarayı v.s…
Türk Hava Yolları uçağıyla Paris Charles de Gaulle Havaalanı’na inerken acaba bu tarihi eserlerden bir kaçını görebilir miyim diye camdan bakıyorum, ancak hiçbirini göremiyorum. Havaalanına indikten sonra alanın Paris’in banliyösünde olduğunu öğreniyorum. Havaalanı 360 derece şeklinde planlanmış. Altından otoyollar geçiyor. Bu şekilde planlamanın yolcu yoğunluğunu dağıtmak açısından çok yararlı olduğunu yolcu salonuna girerken daha iyi anlıyoruz. Alandan bagaj bölümüne uzun yürüyen bantlarla ulaşıyoruz. Biz İstanbul’da çözümü üçüncü havaalanına bıraktık; ama mevcutlarda da bazı küçük düzenlemelerle daha iyi şartlar oluşturulabilir düşüncesindeyim.
Havaalanı ile tarihî mekânların bulunduğu mesafe yaklaşık 45 dakika. Yol boyunca hayalimizdeki Paris’i göremeyince şoföre soruyoruz: “Her yer böyle mi?”
“Hayır” diye cevap veriyor. Buralar daha çok göçmenlerin yaşadığı bölgeler. Kanalların kenarlarında garip çadırlar görüyorum. Bunların göçmenlerin sığınaklarından bazıları olduğunu öğreniyorum. Birkaç yıl önce göçmen gençlerin isyanı sonucunda şehirde büyük tahribat olmuştu. Çok sayıda araç ateşe verilerek şehir adeta cehenneme çevrilmişti.
Merkeze yaklaştıkça görüntü değişmeye başladı. Korunmuş tarihî doku kendisini hissettirdi. Bakımlı tarihî binaları görünce “İşte şimdi bize anlatılan Paris’e geldik” diye içimden geçirdim. Sadece kiliseler, saraylar, meydanlar değil, konutlar da temiz ve bakımlı. Şehir merkezi çok iyi planlanmış.
Sorduğumuzda Paris’i Paris yapanın eski belediye başkanlarından Georges Haussmann olduğunu öğreniyoruz. Haussmann 1853 yılında Paris Belediye Başkanı oluyor. 15 yıllık bir plan yapıyor. Şehirdeki bütün eski binaları yıkıyor, sokakları genişletiyor. Darısı bizim kentsel dönüşüm projesinin başına. Özellikle Sen Nehri’nin etrafı, Louvre Sarayı ve bahçeleri, Concorde Meydanı, Şanzelize, Zafer Takı’nın da bulunduğu bölge çok iyi korunmuş. Tarihî binalar işlevselliğini koruyor. Hatta Fransız Hava Yolları’nın merkezinin tarihî bir binada olduğunu görünce darısı bizim THY’nin başına diye düşündüm. Askerî okulun önünden geçerken Paris’in İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmadan teslim olduğunu hatırlıyorum. Bu durumu Fransızlar Hitler’in bile bu tarihî dokuya kıyamadığı ve bu nedenle bombalamadığı şeklinde izah ediyorlar. Almanlar ise Fransızların Paris’i Hitler’in bombalamasına fırsat bırakmadan hemen teslim ettiklerini anlatıyorlar.
Paris denince aklımıza en başta Eyfel Kulesi gelir. Eyfel’i görmeyen Paris’i görmüş sayılmaz. Eyfel Kulesini uzaktan görmek kolay; ancak kuleye çıkmak için epeyce bir çaba gerek. Çünkü her zaman kulenin önünde uzun kuyruklar var ve dakikalarca beklemeniz gerekiyor. Biz de fazla beklememek için sabah erkenden yola çıkıyoruz. Ancak kulenin önünde sabahın erken saatine rağmen büyük bir kalabalık var. Herhalde herkes bizim gibi bu saatin boş olacağını düşünmüş diye aramızda şakalaşıyoruz. Karadenizli özü sözü bir arkadaşımız dayanamıyor. “Haçan beni bu demir yığınını görmek için mi buraya getirdiniz?” diye serzenişte bulunuyor. Haksız da sayılmaz. Orijinal bir eser olmakla beraber ikinci defa görmeyi gerektirecek bir sebep yok. Kendisinden ziyade Paris’i havadan 360 derece görmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Kuyruğa giriyoruz; ancak hava çok soğuk. Dünyanın birçok bölgesinden gelmiş insanlarla dar sıralarda bazen gülümseyerek, bazen birkaç kelâm ederek vakti geçirmeye çalışıyoruz. Nihayet biletimizi alıp asansöre yöneliyoruz. Biletler birinci kat, ikinci kat, zirve gibi seyir teraslarına göre kademeli olarak fiyatlandırılmış. Birinci ve ikinci kata merdivenlerle çıkılabiliyor. Biz asansörle zirveye çıkıyoruz. Seyir terasları turist kaynıyor. Eyfel’i görmeye yılda 7,5 milyon turist geliyormuş. İstanbul’a yaklaşık 10 milyon turist geldiğini düşününce oldukça yüksek bir rakam. Yılda Paris’e 30 milyon, Fransa’ya 80 milyon turist geldiğini düşünürseniz, turizm ekonomisinin ne kadar büyük bir rakam olduğunu anlarsınız.
Seyir terasından Paris çok güzel görünüyor. En çok dikkatimi çeken şey, hemen hemen şehrin tamamının tarihî dokusunun korunmuş olması. Paris’i her yönüyle örnek alanlar İstanbul talan edilirken niye ses çıkarmamışlar acaba? Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Sadece biz mi? Herkesin elinde bir, hattâ iki tane fotoğraf makinesi var. Artık cep telefonları da aynı işlevi gördüğü için iş daha da kolaylaşıyor.
Zirvede Eyfel Kulesi’ni yapan mimar Gustav Eyfel’in çalışma ofisi var. Eyfel’in heykeli ve çalışma ortamı canlandırılmış. Eyfel kulesi 1889 yılında Devrim’in yüzüncü yılı anısına açılacak fuar için giriş kapısı olarak düşünülmüş. Halk ve sanat çevrelerince yoğun eleştirilere maruz kalmış. Eyfel Edison’la da inşaat sırasında uzun istişarelerde bulunmuş. Hatta Eyfel Kulesi’ni ağır şekilde eleştirenlerden ünlü yazar Guy de Maupassant yemek yemeye ve kahve içmeye sık gelince kendisine sormuşlar: “Hem eleştiriyorsun, hem de buraya gelmekten vazgeçmiyorsun?” Şöyle cevap vermiş: “Ne yapayım, Eyfel Kulesi’nin görünmediği tek yer Eyfel’in kendisi. O yüzden buraya geliyorum.”
Paris’e dair anlatacak çok şey var devamını haftaya sizlerle paylaşacağım…