Batı siyasetinde aşırı sağcı-faşist partilerin önlenemez yükselişi devam ediyor.
Görünen o ki önümüzdeki 10 yıl içerisinde birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağcı partiler ya tek başlarına iktidara gelecekler ya da koalisyon hükûmetleri kuracaklar.
Geert Wildersler, Merine Le Penler ve Salvinilerin yönettiği bir Avrupa bizi bekliyor.
Avrupa sathında yaşanan her seçimde aşırı sağcı partiler yeni mevziler kazanıyorlar, yeni rekorlar kırıyorlar.
Pazar günü Almanya’da, Thüringen ve Saksonya eyaletlerinde yapılan seçimlerde de bu trendin devam ettiği görüldü.
Aşırı sağcı AfD her iki eyalette de rekor oy oranlarına ulaştı. AfD, Thüringen eyaletinde %32,8 ile en çok oyu alarak birinci parti konumuna yükselirken Saksonya eyaletinde ise %30,6 oy oranı ile ikinci parti oldu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bu, Almanya için bir ilk.
İlk defa aşırı sağcı bir parti seçimlerden zaferle çıkıyor.
Dahası 21 Eylül’de yapılacak olan Brandenburg eyalet seçimlerinde de AfD’nin birinci parti olması bekleniyor.
Yapılan kamuoyu araştırmaları AfD’nin ülke genelinde ikinci sıraya yükseldiğini gösteriyor.
Şimdiden 2025 yılında yapılacak olan genel seçimlere AfD’nin damgasını vuracağını söyleyebiliriz.
Alman siyaseti çalkalanıyor.
Zira Almanya’nın nasyonal sosyalizm geçmişinden dolayı AfD’nin bu başarısının, marjinal bir partinin seçim zaferi olmasının çok ötesinde anlamları var.
Nasyonal sosyalizm geçmişiyle yüzleştiğini ve bu sorunun tekrar yaşanmayacağını düşünen Almanya, bugün Neonazi bir siyasi hareketin önlenemez yükselişi ile karşı karşıya.
Tabii bu noktaya bir günde gelinmedi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da aşırı sağcı, faşist partiler ile hareketler toplumsal ve siyasal hayatın dışına itildiler.
Avrupa ve dünyada büyük yıkım yaratan bu ideolojinin etrafında “Cordon sanitaire” denilen bir güvenlik bariyeri inşa edildi.
Aşırı sağcılar haklı olarak yıllarca âdeta vebalı muamelesi gördüler, siyasette ve medyada görünür olmaları engellendi ve marjinal hareketler olarak kaldılar.
Bu durum Soğuk Savaş sona erdikten sonra tedrici bir şekilde değişti ve aşırı sağın etrafındaki güvenlik bariyeri zamanla aşındırıldı.
Sonuçta aşırı sağ, siyasetin marjından siyasetin merkezine taşındı ve normalleştirildi.
‘11 Eylül Saldırıları’ bu süreçte dönüm noktası oldu.
Ana akım medya, elitler, entelektüeller ve siyasetçiler eliyle yürütülen bir kampanya ile kitlelerin önüne atılan Müslüman öcüsü üzerinden aşırı sağın etrafındaki güvenlik bariyeri yıkıldı.
Sadece aşırı sağın değil; tüm siyasi partilerin sağa kaydığı, tüm siyasi spektrumun sağcılaştığı yeni bir siyasi kültür ortaya çıktı.
Ortaya çıkan bu yeni siyasi kültürün baş sorumlusu olan ana akım elitlerin, bugün oluşan tablodan şikâyet etmeye hakları yok.
Zira bu zemini onlar inşa ettiler, güvenlik bariyerini onlar aşındırdılar.
Bugün Almanya’da aşırı sağcı partiyle koalisyon kurmayarak söz konusu güvenlik bariyerini koruduklarını düşünüyorlar.
Ama bu çevreler, söylem düzeyinde aşırı sağa karşı güvenlik bariyerini tutamadılar; aksine aşırı sağın yükselişini önlemek adına aşırı sağcı söylemleri benimsediler.
Ana akım partilerin, aşırı sağ ile koalisyon kurmayarak siyasal sistem içerisinde bu bariyeri devam ettirmelerinin uzun vadede mümkün olmadığını son 10 yılda yaşanan seçimler bize açıkça göstermiştir.
Zira söylem düzeyinde yenilenin, seçimlerde de yenilmesi kaçınılmazdır.