Almanya’daki son seçimler, siyasi dengelerin köklü bir değişim içinde olduğunu gösteriyor. İlk kez aşırı sağcı bir parti, Almanya’da %20 oy oranına ulaşarak büyük bir başarı elde etti. Seçim sonuçlarını incelediğimizde, göçmen ve mülteci karşıtı söylemlerle kampanya yürüten CDU/CSU, aşırı sağcı AfD ve Sahra Wagenknecht’in partisi BSW’nin toplam oyların yaklaşık %53’ünü aldığı görülüyor. Bu tablo, seçmen nezdinde göçmen karşıtı söylemlerin karşılık bulduğunu ve siyaset sahnesinde popülist sağ ve sol partilerin güçlendiğini gösteriyor.
Öte yandan seçim sonuçları, Almanya’daki geleneksel ana akım partilerin tarihî bir çöküş yaşadığını da ortaya koyuyor. SPD, kurulduğundan bu yana en düşük oy oranını alırken CDU/CSU da tarihindeki en kötü ikinci seçim sonucunu yaşadı. CDU/CSU’nun %28 oy oranıyla birinci parti çıkması yanıltıcı olmamalı; zira bu oran parti için büyük bir düşüş anlamına geliyor. Bu durum, Almanya’da seçmenin geleneksel partilere olan güveninin azaldığını ve yeni siyasi aktörlere yöneldiğini açıkça ortaya koyuyor.
AfD ve Brandmauer: Yangın duvarı ne kadar dayanacak?
Seçim sonuçlarına göre, yalnızca CDU/CSU ve SPD’nin birlikte bir koalisyon kurması mümkün görünüyor. Teorik olarak AfD de koalisyon seçenekleri arasında yer alabilir ancak Almanya’daki tüm ana akım partiler, AfD’nin aşırı sağcı ve ırkçı söylemlerinden ötürü bu partiyle iş birliği yapmayacaklarını açıkladılar. Almanya’da bu duruş Brandmauer (Yangın duvarı) olarak adlandırılıyor. Fransızcadaki karşılığı olan Cordon Sanitaire kavramı gibi, aşırı sağcı partilerin siyasette meşrulaşmasını engellemeyi amaçlayan bir izolasyon politikası uygulanıyor.
Ancak bu “yangın duvarının” ne kadar süre dayanabileceği önemli bir soru işareti. AfD’nin yükselişi bu hızla devam ederse bir sonraki seçimlerde birinci parti olma ihtimali göz ardı edilemeyecek kadar güçlü. Böyle bir durumda, birinci olmuş bir partinin demokratik sistemden ne kadar süre dışlanabileceği tartışmalı bir konu hâline gelecektir. Nitekim Avrupa’nın diğer ülkelerinde aşırı sağ partiler koalisyon ortağı olmuş ve hükûmetlere katılmış durumdalar. Almanya, Nazi geçmişinden dolayı bu süreci daha yavaş yaşamış olsa da AfD’nin önümüzdeki yıllarda Almanya siyasetine damgasını vurması muhtemel görünüyor.
Seçim sonuçlarında dikkati çeken bir diğer önemli husus, genç seçmenler arasındaki siyasi polarizasyonun giderek derinleşmesi. 25-26 yaş grubunda AfD’nin %20, Sol Parti’nin ise %25 oy oranına ulaşması, genç seçmenlerin kutuplaşmış siyasi kimliklere yöneldiğini gösteriyor. Bu durum, Almanya’da geleneksel merkez partilerin genç seçmenler nezdinde cazibesini kaybettiğine ve politik tercihlerin giderek daha radikal eksenlere kaydığına işaret ediyor.
Seçimlerin dikkati çeken bir başka yönü de katılım oranının belirgin şekilde artmış olması. Bir önceki seçimlere kıyasla yaklaşık %7-8 oranında bir artış gözlemleniyor. Bu yükseliş, Almanya’daki siyasi polarizasyonun derinleştiğini ve seçmenlerin sandığa daha fazla yöneldiğini gösteriyor. Özellikle ABD merkezli Elon Musk ve çevresinin seçimlere dolaylı müdahalesine yönelik tartışmalar, seçmen nezdinde bir tepki yaratmış olabilir. Bu durum, sol seçmenin aşırı sağın yükselmesine karşı mobilize olarak sandığa gitmesi şeklinde yorumlanabilir.
Almanya’nın yeni dış politika yönelimi
Seçim sonrası tartışmalarda en dikkati çekici gelişmelerden biri de CDU lideri Friedrich Merz’in ABD karşıtı açıklamaları oldu. Merz, ABD’nin Almanya’daki seçimlere müdahalede bulunmasını sert bir dille eleştirirken Almanya’nın hem ABD hem de Rusya tarafından sıkıştırıldığını vurguladı. Merz ayrıca, CDU’nun hedeflerinden birinin Almanya ve Avrupa’yı ABD’den bağımsız hâle getirmek olduğunu belirtti. Bu açıklamalar, Almanya’nın dış politikada yeni bir dönemece girdiğini açıkça ortaya koyuyor.
Almanya’nın bu pozisyona gelmesinde, Donald Trump’ın Almanya üzerindeki baskıları, NATO’ya yönelik eleştirileri ve Avrupa’daki güvenlik dengelerini sarsan politikalarının etkili olduğu söylenebilir. Trump’ın, Rusya ile doğrudan pazarlık yaparak Avrupa’yı arka plana atması ve Almanya’yı ekonomik ve stratejik açıdan köşeye sıkıştırması, Berlin’i daha bağımsız bir dış politika izlemeye zorladı.
Önümüzdeki süreçte Almanya’nın ABD ile ilişkilerini yeniden tanımlama sürecine girmesi ve Avrupa siyasetinde büyük bir kırılma yaşanması muhtemel görünüyor. Almanya’nın küresel siyasette daha bağımsız bir aktör olarak sahaya çıkmaktan başka çaresi kalmamış gibi duruyor. Bu durum, Avrupa’nın genel jeopolitik dengelerini ve ABD’nin kıtadaki etkisini de ciddi şekilde sarsabilir.
Genel olarak bakıldığında, Almanya’daki seçimlerin yalnızca iç politikada değil, Avrupa ve dünya siyaseti açısından da önemli sonuçlar doğuracağını söyleyebiliriz. Popülist sağ ve sol partilerin yükselişi, siyasi kutuplaşmanın artması, ana akım partilerin zayıflaması ve dış politikada yeni yönelimlerin belirginleşmesi Almanya’nın önümüzdeki yıllarda daha çalkantılı bir sürece gireceğini gösteriyor.