Uluslararası ilişkilerin “geniş anlamda Ortadoğu” olarak adlandırdığı coğrafyadayız veya en azından komşusuyuz. Ardı arkası kesilmeyen iç savaşlar, etnisite, kabile ve mezhep bazında yeşerip alevlenecek zemini rahatlıkla bulabiliyor. Zayıf ve gücünü dışarıdan alan baskıcı yönetimler, halkını dinleyip anlamak ve çözüm yolları bulmak yerine baskıyı artırıyor. İktidarlarını korumak adına dış güçlere yaslanıyorlar ve Ortadoğu’daki her bir ülkede, kuralları aynı işleyen ve aynı sonuçları veren laboratuvar deneyleri gibi sürekli aynı sonuçlar ortaya çıkıyor…

Tablonun vahameti vicdan taşıyan her insan için can yakıcı ve ürpertici… Uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk yönüyle yalnızca birer “çatışma” olarak kitap ve makalelerde yerini bulan savaşlar, zamanın geçmesiyle yalnızca tarihin konusu olarak kalıyor.

Vahşilerin gözünde milyarlarca dolarlık kayıplar olarak ölçülen bu savaş maliyetleri milyonlarca ceset, yaralı, psikolojik olarak yıkılmış ve bölünmüş ruhlar, açlıktan ve ilaçsızlıktan ölen bebek ve yaşlılarla maliyeti hesaplanamayacak kadar ağır…  

Televizyon ekranlarında, uluslararası haber ağları ve medya kanallarında halkın görmesi istenilen kadarıyla gösterilen askeri ve siyasi başarılar, nutuklar ve savaş bittiğinde geride, işin en başında planlanıp tasarlandığı gibi bölünmüş ülkeler, geleceğe bırakılmış olan kin ve hesaplaşmalar, öfke ve rövanş arzusu ile ilkel bir zemin atmosfer kalıyor…

İşte Yemen bunlardan sadece bir örnek…  Türkülerimizde 100 yıl öncesinden kalan ve belki de bir milyon insan kaybı ile çekildiğimiz Yemen, orayı alan İngilizlere de kalmadı. Şimdilerde ise Irak ve Suriye’yle birlikte Ortadoğu’yu yeniden şekillendirip nüfuz paylaşımı yapan küresel güçlerle ve bölgede hâkimiyet kurmaya çalışan İran ve Suudi Arabistan gibi süper güç müsveddelerinin elinde can çekişiyor.

Bizim çocukluk yıllarımızda Güney ve Kuzey Yemen olarak her şeyiyle ikiye bölünmüş olan bu iki ülkenin birleşmesi, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi kadar önemli görülmüştü. Şu anda bu defa bir tarafta belirli bir mezhep adına ayaklananlar, diğer tarafta ise bir mezhep çevresinde örgütlenmiş hükümetin oluşturduğu iki kamp yer alıyor. Bir de kimin himmetiyle doğduğu çözülememiş bir küresel bir terör örgütü… 1400 yıl önceki tarihi bir ayrılığın Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de ve belki de bundan sonra başka coğrafyalarda nasıl da rahatlıkla işlenip zemin bulabildiğini, bu temelde insanların birbirini nasıl vahşice öldürebildiğini görüyoruz.

Vicdanın, rasyonel düşüncenin ve aklın devre dışı kaldığı her yerde, durum böyle değil mi?  Bu insanlar, aslında bir mezhep savaşı içinde olduklarını düşünseler de bunun zemini  “ayrımcı” ve “kabileci” bir zihin dünyasında. Sadece görüntü veya dil farkı bile bunların dışında farkları olmayan iki komşu halkın birbirinden ayrıştırılması ve araya fitne tohumlarının serpiştirilmesi bu dar zihin dünyasının olduğu her yerde zemin bulabiliyor.

Buna karşı, barış zamanlarında hiçbir yakınlaştırıcı ve çözüm sağlayıcı önlemin, düşüncenin, geliştirilmeye çalıştırılmaması da ancak bu coğrafyada oluyor. Problemler ön alarak değil, ortaya çıktıktan sonra bastırılmaya çalışılarak çözümlenmeye çalışılıyor.

Bu bahsettiğim tablodan Cezayir, Afganistan, Irak, Suriye veya diğerleri hariç değil… Sükunetin olduğu zamanlarda ayrıştırıcı bütün unsurların ortak akıl çevresinde ve insanca yan yana yaşamaları, kendileri ve çocukları için huzurlu ve farklı bir gelecek inşa etmeleri, refahın ve iyiliğin yaygınlaştırılması, ortak değerlerin bulup çıkarılması ve kültürel çalışmaların geliştirilmesi gibi emek gerektiren işler ihmal ediliyor.

Kabile, dil, mezhep farkı için Avrupalılar da birbirilerini yüzyıllarca öldürdüler. Fakat çözüm bulmak için çırpınıp emek vererek kendileri için en ideal olan yapıları kurmayı başardılar. Farklı etnik gruptan ve farklı dilden olan Flaman ve Valonlar birbirini boğazlamıyorlar. Basklar, İskoçlar ve İrlandalılar taleplerini 50-60 kişinin öldüğü intihar saldırılarıyla ortaya koymuyorlar. 1945’den bu yana hepsinde aynı yönde işleyecek şekilde, üretim ekonomisi ile birlikte adil gelir dağılımı ve kalıcı ve rasyonel bir devlet sistemi, eğitim ve kültür politikaları böyle bir zeminin kurulmasına çalışılıyor.  Onlar, ayrışmaların büyümesine izin vermeden çözüm bulunmaya çalışılıyor, kitle ölümlerine ve ayrılıkların ve taleplerin iç savaşa dönüşmesine fırsat vermeyecek kadar ortak ve rasyonel politikalar üretiliyor.

Bugün Müslüman ülkelerin problemlerinin ekonomi ile ilişkili olduğunu söylemek okkalı bir yalandır. Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan kişi başına düşen milli gelirlerine rağmen bahsettiğimiz bütün problemleri yaşıyorlar.

Adil gelir dağılımı ve üretim ekonomisi ile birlikte asıl temel nokta olan akla, insani değerlere, vicdana uygun ve halka kulak veren, daha önce sürekli bahsettiğimiz “İdarenin felsefi” için gereken ilkelere dayalı bir devlet yönetimi kurabilmek, halkın eğitim seviyesinin yükseltilmesini sağlamak akla ilk gelen çalışmalar. İslamı bir araç veya ideoloji olarak kullanmaya çalışan, radikalizm ve tahrifatla (hurafeler) kirletenlerin elinden İslam adına konuşmalarına fırsat verilmemeli.

Bütün bu coğrafyada çözüm sadece ekonomide olmamakla birlikte kalıcı ve topluma hizmet eden uzun vadeli üretici ekonomi, eğitim, kültür, sanat politikaları yeniden tasarlanmalı.

Artık gazete veya televizyon haberi olarak bile insanların ilgilisini kaybetmeye başladığı savaşlar hakkında konuşulurken, dünyanın her bir köşesinde savaşın asıl mağduru olan çocuklar ölüyor. Yemen’de her gün çocuklarla birlikte insanlık ölüyor… Sadece orada değil, anne babaları eğitim kampı adı altında hapishanelere yargısız şekilde atılan Uygurların çocukları, ya diğer çocuklar ile birlikte asimile merkezleri olan kreşlere ya da geçen hafta donup ölen Rahmetullah Bebe gibi kasten sokaklara atılıyor.

Allah onlara yardım ve sabır versin… Bizleri sessizliğimiz, körlüğümüz, umursamazlığımız için affetsin. Aynı ağır imtihanlardan bizleri uzak etsin…