Sesler...

Kışkırtır.

Deli eder.

Susturur.

Korkutur.

Zıpkın gibi ayağa kaldırır insanı.

Büyüsüne kapılanı dağdan dağa vurur.

Zınk diye çiviler olduğu yere.

İmanını kırar, yüreğini susturur, beynini felç eder.

Aşka getirir.

Cehenneme götürür.

Gam verir.

Dert alır.

Sesler vardır; bağırtı hâlinde bir kadının ağzını doldurduğunda, fısıltı olup dedikoduya kaydı mı bir erkeğin dilinde, ezanı döver gibi okuyan bir müezzinin hançeresinde, azarlamaya meyilli bir öğretmenin dişlerinin arasında... Kahreder duyanı.

Sesler vardır bu dünyada. Kulaklarınızı ne kadar kaparsanız kapayın; ‘Kes sesini!’ diyebilen sesler mesela... Hani, konuşmanın şehvetine kapılanların ağzında erekse olmuş diller gibi tecavüz eder mahremiyetinize ya; inanın eşek sesinin günahı yok o sesler yanında!

Tırnağın, cama dokunan demirin, ve benzeri seslerin can kulağımıza ettiği eziyeti anlatıp da canınızı sıkmayayım. Mesela acı frenin, zamansız çalan ders zilinin, uyumak isterken pis pis sırıtır gibi çalan telefonun, birbirine içtenlikten yoksun aşklı, canlı kelimeleri boca ederken dudakları yamulanların kaygan vıcık vıcık yapmacık sesleri... ilh.

Yani ki sesler vardır; bir acapellanın tınısına kurban olacak, Kızılderililerin Tatankasının ayağının türabı olamayacak. Ama o seslerdir dünyayı dolduran. Ve sen, kulaklarını kapatırsan eğer duyamazsın gürültünün arasından ince bir damar gibi yükselen cana can veren sesi... /Trajik bir ses daha söyleyeyim: Hani özgürlük vardı! deyip yiyemediği herzeler yüzünden hem özgürlüğün hem de mahremiyetimizin ırzına geçen fütursuz sesler... Onlar en sıkı matkaplardır. Kırılana kadar devam ederler başkasının hakkını gasbetmenin özgürlük olduğu zanlarını bağırmaya.

Yine de duvarı delen, demiri oyan, betonu kıran, canımıza okuyan matkap sesi gibi ruhumuzu oysa da dünyanın dinginliğine ucunu sokan sesler o kadar çoktur ki...

Sesler vardır, bazen hiç duymadan ölürüz işte!

Ve ses, bir söze elbise olmayınca kaybolur bu alemde. Öyle ki yüreği şaha kaldıran bir söze ses olaydım, ah!