12 Eylül’ün üzerinden otuz yedi sene geçti. Bazıları için bu çok uzun bir süre. Ama onun gadrine uğrayan, ezilen, zulüm ve işkence görenler için 12 Eylül dün kadar yakın. Zaman izafi bir kavram, bazen bir saat bir asır gibi gelir, bazen bir sene bir dakika gibi…

Her 12 Eylül’de aynı şeyleri duymaya alıştık. Darbelerin ne kadar kötü, ne kadar lanet bir şey olduğunu aynı adamlar, aynı mimiklerle, aynı TV’lerde anlatıp duruyorlar.

Bazı TV’ler ise eski alışkanlıklarını sürdürerek 12 Eylül’ü Diyarbakır Cezaevi üzerinden anlattılar. Diyarbakır cezaevini sembolleştirerek aslında PKK’nın mağduriyet edebiyatına yeni takviyelerde bulundular. Sanki sadece işkence Diyarbakır’da yapılmış da diğer cezaevlerinde kalanlar pamuklar içinde yatmışlar. Kimse o dönem kaç PKK’lı asıldı sorusunu sormuyor, ben cevap vereyim hiçbir PKK’lı asılmadı.

12 Eylül’de Dev-solcular, yolcular, ülkücüler asıldı, işkence gördü. Ama nedense belli bir merkezden yönetildiği belli olan yayınlar sadece Diyarbakır Cezaevi’ni görüyor. Gerisi sanki insan değil. Niye Diyarbakır Cezaevi’ni anlatıyorsunuz demiyorum, anlatın ama niye 12 Eylül zulmünü orada sembolleştiriyorsunuz, diyorum.

Bunu niye diyorum, düne kadar bazı liberal miberal yazar, terör bir sonuçtur diyerek Diyarbakır Cezaevi’ne dikkat çekiyor, zımnen terörü haklılaştırıyordu. Oysa Diyarbakır Cezaevi yokken de terör vardı. Zaten 12 Eylül terörü bahane ederek yapılmadı mı?

Bir de şu mantığa bayılıyorum, söz konusu PKK veya Marksist militanlar olunca müthiş bir cezaevi eleştirisi başlıyor. Mahkûmların da hakları olduğu, insani ihtiyaçlarının giderilmesi gerektiğinin farkındayım. Kimse kanunda, yasada olmayan uygulamalara tevessül etmemelidir. Lakin bunun adı cezaevi, bu meret kişiye yaptığı eylemin cezasını ödetmek için inşa edilmiş. Cezaevleri saray değil, orada niye saray konforu yok demek ahmaklıktır.

Her darbe kötüdür, darbelerin vicdanı, ölçüsü, tartısı yoktur. Her şey silahı elinde bulunduranların iki dudağı arasındadır. Astığım astık, kestiğim kestik düzenidir. Türkiye bunun acılarını çok çekti. İşkenceler, zulümler, baskılar, idamlar öyle kolay kolay unutulmuyor. Kimse yaparım unutuldu sanmasın, gün olur devran döner, hiçbir şeyin unutulmadığı ortaya çıkar.

Birçok darbe yaşadık, her darbenin bize demokrasinin, hukuk devletinin değerini öğretmesi gerekirdi. Hani derler ya, damdan düşenin halinden yine damdan düşen anlar. O kadar çok damdan düştük ki, şimdiye kadar damdan düşmemeyi öğrenmemiz gerekirdi. Öğrendik mi, hayır. Hala damdan, damlardan düşüyoruz. Oysa onu defalarca kaybettiğimize göre bir daha asla olmayacak şekilde demokrasiyi tahkim etmemiz gerekirdi.

Darbelerin topluma kazandırdığı tek artı belki de budur.

Bu satırların yazarı da en güzel günlerini mahpushanenin soğuk duvarları arasında geçirdi. Yıllarca kibrit kutusu gibi bir dünyanın içinde kaldı.(Bak şimdi yazarken bile daralıyorum) Darbelerin en soğuk yüzünü işkence hanelerde gördü. Onun için her zaman hukuku, demokrasiyi, kuvvetler ayrılığını savundu. Zaman zaman çığlık mesabesinde olan yazılarımın nedeni budur. Demokrasiye, hukuka her zamankinden daha çok sahip çıkmalıyız. Demokrasi bir efendiler-köleler rejimi değildir. Bir eşitler düzenidir. Köle olmak istemiyorsak, demokrasiye daha çok sarılmalıyız…