Bu dünyayı biz kurmadık kâri. Belki sorulsa böyle yaşamak ya da böyle bir dünyada yaşamak istemezdik. Bunca ölümün sıradan ve olağan olduğu, zulmün her bir yanı sardığı ve insanların artık yalana, hadsizliğe, haysiyetsizliğe hatta merhametsizliğe, tahammülsüzlüğe ve çirkinliğe bigâne kaldığı bir dünyada yaşamak o kadar da kolay olmasa gerek. Şunu diyebilirsin bana: “Dünyayı içinde yaşayan insanlar bu hale getiriyor.” Elbette öyle ve belki de onun için eski bana daha sevimli geliyor. Eski derken aslında tarihten, maziden falan bahsetmiyorum sadece. Dünyada bu kadar fazla şeye sahip olma hırsımızın olmadığı zamanlardan bahsediyorum. İnsanların memleketlerini çok uzak coğrafyalardan birilerin bombalamadığı, savaşmak denen fiilin bu kadar şereften yoksun olmadığı, çocukların yıkılan enkazların altında kalmadığı bir dünya… Bunca karanlık bir dünyaya inat halen dahi elinde bir mumla rüzgâra karşı bile olsa ışık dağıtmaya çalışanlar da var. Masumlarının hakkını savunanlar, mazlumların feryadına ses olanlar… İçimizde böyle olanlar hala var ve bence bazı bazı tebessüm edişimizin sebebi de onlar.

Bizimki gibi coğrafyalarda yaşayanlar, bizim gibi büyük ve şanlı bir medeniyete ve devlet geçmişine sahip olanlar “bana ne?” demeyi çok da bilmezler kâri. Ya da diyemezler. Zira çok evvelden gelen milli bir gelenektir bizde düşenin elinden tutmak, mazlumun yanında olmak. “Bizden mi acaba?” diye düşünmeden, dünyanın hangi coğrafyasında eziyet gören bir masum varsa hiç değilse onun derdini dert edinmek istesek ya da istemesek de bizim zihin dünyamızda ve gönül halitamızda her daim vardır. Öyle her şeyi de sadece aklederek, kendi bularak, deneyip yanılarak da öğrenmeyiz biz. Gönül diye bir şey taşırız bir sinemizde ve bazı şeyleri hissederek öğreniriz. Mesela nasihate inanırız biz, tecrübelileri, güngörmüşleri dinleriz. Dededen toruna tevarüs kalan bir medeniyettir bizde merhamet. Gönül devleti gönülle kurulur dedikleri budur işte. Ve belki de bu yüzden ben, dedesini görmeden büyüyen çocukların eksik olduklarına inandım hep. Benim gözümde kendinden daha büyük, yani yaşlı olanlara hürmet etmeyi bir refleks haline getirmemiş olanlar hep noksan insanlar gibi kaldı. Onlarla konuşmanın bile çoğu vakit nafile bir uğraş olduğunu vehmettim ve sakındım öylelerinden hatta saklandım. Zira itikadımca gafile kelam nafile kelamdır ve kelamın dahi israfı haramdır.

Bunu şunun için söylüyorum kâri; biz dünyayı elin bilmem hangi diyarından gelmiş dilini bile anlamadığımız bir kaç garipten öğrenecek değiliz. Daha mı açık söyleyeyim; batı zihniyeti bize medeniyet öğretemez. Onlar yalnızca öldürmeyi bilerler, yok etmeyi, yıkmayı bilirler, hem de çok iyi bilirler. Oysa biz yüzyıllardır gönüller yapmaya geldik diye diye düştük yollara, yok etmeye değil yapmaya, öldürmeye değil yaşatmaya inandık. Şimdi onlardan öğreneceğimiz ne var diye sormak da lazım ve bunun cevabı bence, hiç. Ben belki tahsili olmayan, kendi köyünden başka bir dünya tanımayan, ama vicdanlı ama merhametli ve imanlı Anadolu insanından, yüzü nurlu dedelerimden vallahi çok daha fazla şey öğrendim ve öğreniyorum.

Dünyayı onların gözüyle görmek istemiyorum, onların baktığı yerden bakmıyorum, onların diliyle konuşmuyorum, onlar gibi düşünmüyor ve onlardan öğrenmiyorum dünyayı. Benim gözlerim hala dedemin gözleri, ben onun gözüyle görmek istiyorum, merhameti kaybetmemek için onun baktığı yerden bakmak istiyorum dünyaya, onun gibi yaşamak istiyorum ve ben dünyayı ondan öğrenmek istiyorum.

Yere batsın onların uygarlığı, onların teknolojisi, onların gelişmiş bilmem neleri yere batsın. Hiçbir teknolojilerinin, bilmem kaç milyonluk dedikleri hiçbir aletlerinin Halepli bir çocuğun başından akan bir damla kan kadar kıymeti yok gözümde ve asla da olmayacak. Dünyada mazlumlara kan kusturmaktan başka, insanları vatanlarından etmekten,  çocukları öldürmekten başka ne işe yaradı ki onların medeniyeti? Mazlum bir çocuğun tek saç teli kadar dahi kıymetleri yok nazarımda…