Yazmanın kutsal bir iş olduğunu ve dua etmeye benzediğini ya da en azından benim böyle inandığımı söylemiştim size daha evvel, hatırlıyorum. Lakin bile isteye tekrar ediyorum. Aslında kutsal bir maksat için yapılan, salt dünyevi menfaatten sıyrılmış, Allah’ın rızasını, insanlığa ve millete faydalı olmayı dert eden bütün işler de böyle sayılabilir bence. Sayılmalıdır da. Lakin yazmak başka bir hal, bir başka durum. Ya da ben öyle vehmediyorum. Zira ben gibiler bir kitabı incitmekten bile korkarlar. Hatta itiraf edeyim haydi ve bir sır vermiş olayım. Ben gibiler çok sevdiği bir kitabı bir başkasının elinde görünce bile kıskanırlar. Sanki sadece onların olmalıymış gibi… Ya da bir başkasının söylediğini duydukları ve hayran oldukları bir cümleyi “neden ben yazamadım?” diye düşüne düşüne kıvranırlar. Belki de hastalıklı bir hal bu, bilmiyorum ama şunu biliyorum ki bu bir iptiladır. Ve genzine saman rengi sayfalı bir kitabın kokusunu çeken müptela olur, vazgeçemez. İşte yazmak, böyle biri için bir mecburiyettir. Zira yazmazsa anlatamaz, anlatmazsa anlayamaz ve ağlayamaz yazmazsa. Daha düz söyleyeyim; yazarak ağlar bazıları.

Yazmak tam da şöyle bir şey benim için;

Yazan adam kimsesi olmayan adam demek… Anlamıyorsun değil mi? hali ile hallenen, sırrı ile sırlanan, derdi ile dertlenen, sade laf etse dahi dinleyen bir dostu olan adamın ne işi var yazmakla?

Yazmak kimsesiz kalmışların işi, yazmak anlaşılmamış olanların işi, yazmak yarım kalanların, tam olamayanların, yaşadığı vakte ya erken gelen ya da geç kalanların, ağlayanların, anlatamayanların işi…

Hatırlıyorum eski vakitleri; bir öğrenci yurdunda yazabildiğimi fark ettiğim anda notlar düşürmeye başlamıştım sarı saman kâğıtlara, anlamsız. Belki de o yüzden bu denli çok sevdim sarı kâğıtları da hep taşıdım yanımda. Sonra kendi kendime ve hiçbir yere yazılmamış şiirler terennüm ediyordum bilmem Anadolu’nun hangi şehirlerinden gelmiş öğrencilerin uyku vakitlerinde. Bir gece vakti uykusuzluğun şiirle yakınlığını fark ettiğimden beri hep acıdım uyuduğum vakitlere. Yazmak uykusuzlukla kardeşti zannediyordum bir vakitlerde. İşte bunlar, hep bunlar var şimdi zihnimde kâri. Yazabildiğim ilk şiir, ilk kelimelerim ve hayalhanemde birer düşken kâğıtlarda tecessüm edebilmiş ilk cümlelerim. Ellerim, düşlerim, her cümleden sonra anlamsız gülüşlerim… Konuşamıyorum, anlatamıyorum ve anlayamıyorum çoğu zaman. Hep eksik, hep noksan, hep yarım kalıyorum. Kekeliyor gibi cümleler, sayıklıyormuşum gibi kelimeler düşüyor dilimden. Anlayan birini ne etsem de bulamıyorum. Bulmak aramak demek onu da biliyorum ama aramakla da bulunmaz diyorlar, susuyorum.

Ama yazar kim? Ya da kim yazar? Yani kime yazar denebiliyor ya da kimler yazabiliyor? Kıymet verilmediğinden ya da kıymeti bilinmediğinden yazmıyorum aslında bunları. Meselenin o tarafı bir bahs-i diğer… Ve mevzunun böyle bir tarafı da olduğunu söyleyip geçiyorum. Lakin şu da yok değil; bu denli kudsiyet atfettiğimiz bu işin yani yazmanın bu denli ayağa düşürülmesi diye bir mesele de var. Üzülerek ve çoğu vakit kızarak görüyorum ki yazarlıkla tüccarlığı karıştıranlar var. Tek bir kere olsa dahi kitabının fiyatını soranlara bir rakam söylemeyen biri olarak yazıyorum bunları. Cebinde bozuk para taşıyıp kitabını alanlara para üstü veren, çarşılarda malını satmak için insanların ellerine kollarına yapışan hanutçular gibi milletin önüne atlayan, neredeyse yalvarırcasına kitaplarını satmaya çalışan adamlar gördüm ve görüyorum. Yazar satıcı değildir kardeşim. Satmak yayıncının, pazarlamacının işi. Ben yazıyorum. Ve bence kutsal bir iş yapıyorum. Bu kadar ulvi olduğuna inandığım bir gayrete üç beş kuruşu ve bunca ucuzluğu bulaştırıp da ayak altına alır mıyım hiç? İzzeti vardır yazmanın ve yazar dediğin de öyle olmalıdır. En azından bence öyle

Böyle meselelerden her bahsettiğimde aklıma Muhyiddin İbnü’l-Arabî hazretlerinin kıssası geliverir. Daha evvel paylaştım mı hatırlamıyorum ama öyleyse bile “tekrar güzeldir” deyip yeniden paylaşayım.

Hazretin zorluk, sıkıntı ve yokluk çektiği zamanlardan birinde bir talebesi yanına gelir. Hem şeyhinin bu durumuna üzüldüğünden ve hem de kabullenemediğinden,

-“Şeyhim” der “affedin ama bunca yokluk, sıkıntı çekiyorsunuz. Bir selam gönderseniz onca sultan, padişah ayaklarınızın altına mücevherler, altınlar sererler.”

Hazret başını yerden hiç kaldırmadan ibretlik cümlesini söyler;

-“Doğru söylersin evlat” der “Bir selamımla ayaklarımın altına mücevherler sererler. Lakin onları oradan almak için eğilmek gerekir.”